Hayat için ürettiğimiz tüm sihirler bizi gerçeklikten ve tanışma süreçlerinden uzaklaştırıyorlar. Sihirlere olan bu köklü düşkünlüğümüz, gözlerimizi kapkaranlık bir forma sokuyorlar.
Tüm gözlerimizin karanlığa meyil etmesiyle alakalı ne gibi problemler olduğunu sorguluyor olabilirsiniz. Yarattığımız 'sihir' dünyası da dahil olmak üzere, karanlığa (fıtratı sağolsun) sürekli olarak olumsuz değerler yüklüyoruz. İnsanoğlunun eğilimi bilinmezliği, açıklanamayanı ve anlamlanamayanı yüceltmek ya da düşman bellemektir. Bu eğilim pek tabii doğal gerekçelerle sebeplendirilebilir.
Karanlık, ölüm, bilinçdışı ve tüm bu bilinmezlikleri aşmanın yegane yolu gözlerimizi yeniden yapılandırmamız noktasındaki kararlılığımızdır. Oysa ki tam olarak yapılanmış ve bizi bir çok anlamsızlıktan kurtaracak bir 'göz', çoğu zaman işimize gelmiyor. Bahsettiğim şu sihir meselesi tam olarak burada devreye giriyor. Hissettiğimiz sözde duyguların tatmini arttırmak için bilumum sihire sarılıyoruz.
Bir anlamı varmış gibi.
Oysa ki tatmin odaklarımızın üzerine daha fazla düşünmek ve tüm neden sonuç ilişkilerini irdelemek, yeni ve yapılanmış bir göze olan ihtiyacımızı arttırabilir. Yalanlardan kurulu tatminlerin bu kadar popüler olması, çıplaklığın bedellerinin ağır olmasıyla alakalı. Aptal bir güvenlik açlığı, tekdüzeliğin sakinliği ve keşfin hazzının ödülün hazzıyla yarışamıyor oluşu...
Sanki bir anlamı varmış gibi.
Söylev ve zihin arasındaki tehlikeli ilişki, kontrol edilemez seviyelere geldiğinde; söylev, zihnin tüm hakimiyetini eline geçiriyor. Kendimizle oynadığımız bu aptal sahip-köle oyununu kırmak, parçalamak ve hatta kanını akıtmamız gerekir!
Sihirlerin üzerine tükürüp saf ve çizilmemiş olanı arzulamak, beraberinde yeni tatmin odakları getirecektir.
Az sihir, daha fazla kan. Daha fazla kan, daha fazla farkındalık. Daha fazla farkındalık, yeni ve yapılanmış yeni bir göz.
Ozan'ın Şarkısı
Hiç kimse bizim isimlerimizi bilmeyecek, ama ozanların şarkıları var olacak.
9 Mayıs 2018 Çarşamba
6 Temmuz 2016 Çarşamba
Çakıltaşı ve Adem
''Yani diyorsun ki; tüm bunların sonsuz bir sonu var ve şu an bir patlıcan gibi parlıyorum. Öyle mi?''
İki kelimeden oluşan sorular sormak kendisini vasıfsız hissettiriyordu. Bu sorular genellikle onaylanmak maksadıyla sorulurlardı. İçlerinde gizli bir ciddiye alınma kaygısı sezilirdi ve buna dikkat etmesi gerekirdi.
''Tam olarak öyle, Turuncu. Sonsuz son üzerine düşünebiliyor olmanı görmek ağzımı sulandırıyor! Bu, belki de en elzem dürtün olmalı. Sakın unutma. Eğer senden ismini çalarsam kendini çıplak hissedersin. Turuncu ya da Ayşe olmadığını düşün. İnsanların(?) sana 'özel' bir hitap bulamamaları senin karanlık kabusun. Oysa ki benim aydınlık cennetim. Bu cümlelerimden Beyaz'ı övdüğümü düşünme sakın! Karanlık da pek ala 'aydınlık' olabilir, sevgili oğlum.''
Turuncu sakallarını okşadı. İki kelimelik soru kendisini Siyah'ın önünde şapşal bir pozisyona sokmuştu. Ama şimdi de Siyah kırmıştı bardağı. Beyaz'ı kıskanıyordu. Tüm bu umursamaz ve sonsuz son sohbetleri artık nahoş bir hava almıştı.
''Seni anlamayı seçmek bana cazip gelmiyor. Ben Turuncu'yum ve hep Turuncu oldum. Yok olamam, ben bir siyah mamba değilim. Kapiş? Senin bile kavrayamadığın bir bilince sahibim. Tüm bunları göz ardı edemezsin.''
Sadece şeklini beğendiği için cebine attığı ufak taşı hızlıca eline alıp Siyah'a doğru kaldırdı:
''Beni bu taştan ayıran şeyler var, sevgilim. Ben düşünebiliyorum. Ve tahmin et, sırf bunu yapabiliyor olmak bana ne kazandırıyor?''
Yapmacık bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirdikten hemen sonra, elindeki taşı açık camdan dışarıya doğru fırlattı. Gözlerini Siyah'ın gözlerine dikti ve iki elini yana doğru açtı. Turuncu'yu dikkatle izleyen Siyah, bıyık altından kıkırdamaya başlamıştı.
Turuncu'nun beklediği tepki bu değildi.
Siyah kendini açıklamaya hazırlanırken, saatlerdir camdan dışarıdaki yağmuru izleyen Yeşil; atik ama narin bir şekilde araya girdi:
''Çakıltaşı. Zavallı çakıltaşı. Mimari, heykeltraşlık, mozaik ve mücevhercilik onunla hiç ilgilenmemiş. Gezegenin başlangıcından, belki de başka bir yıldızdan gelmiş. Uzayın burgularını üzerinde taşır, sanki felaket düşünün lekeleri gibi...''
Siyah, rahatsız edici kıkırdamasını daha da gürültülü hale getirerek mastürbasyon yapmaya başlamıştı. Siyah için Yeşil'in cümleleri her zaman mistik ve açıklayıcı olmuştu.
''…insandan evveldir. Ve insan, ne sanatına ne de sanayisine onu dahil etmemiştir. Yaşamın avam, sefih ya da tarihi süreçlerinde insanoğlu onu üretmemiştir. Çakıltaşı, kendine has anılardan başka bir şeyi idame ettirmemektedir.''
Yeşil çok ciddiydi. Sözlerini bitirdikten sonra ayağa kalktı ve büyük bir hızla mastürbasyon yapan, kıkırdamaların içinde boğulan Siyah'ın yanından odanın karanlığına süzüldü.
Turuncu için konuşacak bir şey kalmamıştı.
13 Haziran 2016 Pazartesi
Yok
Tamam işte, tam orada dur. Fazla çekersen hep beraber yok oluruz.
İçindekileri dinliyor musun? İçin, neresi? İçinin neresi olduğunu kestiremiyorken, dışarını nasıl dinleyeceksin?
Potansiyeli yüksek ruhunun hapishanesi senin 'için' mi? Bırak bilinç akışını falan, damarlarında akan kanı hissedebiliyor musun?
Gözden kaçırdığın çok şey var. Bunu düşünmek çoğu zaman beni kederlendirse de; sen, ben olduğum için seni görebiliyorum. Bunu kabul etmek neden bu kadar güç? Kendini 'bir' görmek ne kadar korkutucu. Hayatın korkularını beslemekle geçiyor ve bununla mutlu(?) oluyorsun.
Yok olmayla ilgili çekingelerim olması bence de ilginç. Seni anlayabiliyorum. Aslında bu korku benim özetim gibi, mizah böyle bir şey değil mi?
Çıplak kalmak bu kadar korkunçken, nasıl özgür olabilirsin? Teninin tüm kokusu havaya dolmak istiyorken senin reklamların buna engel oluyor. Reklamlar da senin gibi, farklı olmak istiyorlar. Farklı bir şekilde farklıyı överek, 'sen'i istiyorlar.
Farklı olana duyduğun bu özlem sence de acı değil mi? Spot ışıklarına o kadar hayransın ki; tüm istediğin hepsini üzerine çekmek. Bunu yapmayı denerken güzel şeyler bile dikebiliyorsun! Doğa senin için çok cömert. Sen saçmalıyorken, 'o' sana yaratıcılık sunuyor.
Ağzından taşmasını ve anlamsızlığı kusmanı isterdim. Kanlı ve yeşil. Hepsini ve her şeyi. Vezneciler ve ortaya saçılan böbrekler. Hala ciddileşemiyor musun? Ciddileşmemeyi seçmiyorsun bile, bu senin alışkanlığın.
Beni ve özetimi siktir et. Tüm tarih kitaplarında yazıyor zaten, ders olarak bile veriyorlar artık.
...sen yine de fazla çekme,
yoksa hep beraber yok oluruz.
4 Mayıs 2016 Çarşamba
Sonsuz yangın
Ölmek için ille de organları çürütmek gerekmez. Bunu anlaması basit bile olsa, her zaman basit olanı kavrayamıyoruz zaten.
Üzerinde çatlak olan bardağını kahveyle kutsadı. Dönüp baktığı zaman görebildiğini hissetti. Hissettiğini ölümsüzleştirmek için kutsanmış bardağa dua bile etti! Sonuna kadar bağırmak oluşan en güçlü olasalıktı. Söyleyemiyordu, kelimeleri birleştiremiyordu.
İmkansızlığın soğuğunu avuçlarında hissetti ve gözlerini sıktı. Mavi ayın aydınlattığı çölün içine kustu. Gözler açıldı, durumu kavradı.
Bu, imkansızdı.
Anlatmak.
Yaşanabilecek en büyük acıyı ve umudun dilini tattı. Sadece umarak hepsini harcayabilir miydi? Bardakları kutsamak kolaydı. Kendisini?
Hop, dizlerin üzerine! Acıyor mu? Bir an parmak aralarına dolan saç tanelerini dinledi. Onu besleyen şey, aynı zamanda öldürüyordu da. Sonu olmayan bekleme sürecini aşması için beklediği kıvılcım, kendisini kuyudan aşağıya atıyordu.
Gözlerini, yeniden
sıktı.
Parlak bir geceye ve sonsuz dostları samimi yıldızlarına doğru sürüklenmeye başladı. Hissetmeyi öğrenmek gerekiyordu.
Hissetmeyi öğrenmek.
Üzerinde çatlak olan bardağını kahveyle kutsadı. Dönüp baktığı zaman görebildiğini hissetti. Hissettiğini ölümsüzleştirmek için kutsanmış bardağa dua bile etti! Sonuna kadar bağırmak oluşan en güçlü olasalıktı. Söyleyemiyordu, kelimeleri birleştiremiyordu.
İmkansızlığın soğuğunu avuçlarında hissetti ve gözlerini sıktı. Mavi ayın aydınlattığı çölün içine kustu. Gözler açıldı, durumu kavradı.
Bu, imkansızdı.
Anlatmak.
Yaşanabilecek en büyük acıyı ve umudun dilini tattı. Sadece umarak hepsini harcayabilir miydi? Bardakları kutsamak kolaydı. Kendisini?
Hop, dizlerin üzerine! Acıyor mu? Bir an parmak aralarına dolan saç tanelerini dinledi. Onu besleyen şey, aynı zamanda öldürüyordu da. Sonu olmayan bekleme sürecini aşması için beklediği kıvılcım, kendisini kuyudan aşağıya atıyordu.
Gözlerini, yeniden
sıktı.
Parlak bir geceye ve sonsuz dostları samimi yıldızlarına doğru sürüklenmeye başladı. Hissetmeyi öğrenmek gerekiyordu.
Hissetmeyi öğrenmek.
28 Ocak 2016 Perşembe
Notalar ve Dumanlar
Çok korkutucu. Ne ara bağlandı bütün bu halatlar? Denizciler için el kremleri ve halatlar.
Çok korkutucu.
Sanki herkes doğduğu an 'körebedeki' ebe oluyor. Topyekün hatalı ve anlamsız. Artık bu var bu sitede; kanlı halatlar ve anlamsız düşünce bağları. Beğendiniz mi? Vivaldi'yle bu kadar oluyor.
Bütün bunlar, sen! Ben de, tabii... Bütün bunlar... Ayna! Her yerde aynalar var. Aynanın ardında koca bir boşluk ve bir keman. Her şey aynalarda, hepimiz yansımalarız. Yansımalardan yansımalara uçuyoruz ve çok mutlu gibiyiz.
Neden? Nasıl... Nasıl bu kadar mutlu ve küstah olabiliriz?
Her yerde öfkeyle, hatalarla ve el kremleriyle karşılaşıyorum. Norveçliler ve balıkçılar! Seçiyoruz ve sunuyoruz.
Seçileni ve sunulanı yiyoruz. Tüm kırıntılarını yiyoruz ve sonra da sindirip dışarı atıyoruz. İşte bu!
Sahne bir, sahne on, sahne beşyüzaltmış! Açıldı! Oyun ve tiyatro böyle işliyor. Sunulanları sapına kadar tüketmekle...
Bu büyük açlık
ve
halatlar
beni, korkutuyor.
çok, aç
her yer ve her zaman
bitmeyen ve devasa bir açlık...
...halatlarla korunan
25 Eylül 2015 Cuma
Maskeli Balo
Hepimiz
balodayız.
Maskeli bir baloda.
Bir ruh gibi salınıyorum ihtişamlı salonda. Maskelerin ardındaki gözleri hissediyorum. Kokular karışıyor, algılarım patlıyor. Ağlıyorum, gamzelerim camın buğusundan göz kırpıyor.
Ağlıyorum!
Neden ağlıyorken,
gülümsüyorum?
Kusuyorum suretlere. Salon çok kalabalık. Maskeler hareket ediyor. Bi' kaç latince kelime beynimde çınlıyor. Parmaklarım dudaklarımda, çekip çıkarmak istiyorum. Salındıkça salonun gölgelerinin arasından, daha da hissediyorum maskenin demirini.
''Kendinize gelin!''
Haykırıyorum; Jocelyn Pook'un akustiğinin gezdiği salona.
''Kurtulun bundan, kurtulun bundan, kurtulun bundan!''
Kırmızı gözyaşları süzülüyor maskelerden.
Kaldırıyorum kafamı Kozmos'a. Dizlerimin üzerinden haykırıyorum geçmişime:
''Azad et beni.
Az-ad et.''
balodayız.
Maskeli bir baloda.
Bir ruh gibi salınıyorum ihtişamlı salonda. Maskelerin ardındaki gözleri hissediyorum. Kokular karışıyor, algılarım patlıyor. Ağlıyorum, gamzelerim camın buğusundan göz kırpıyor.
Ağlıyorum!
Neden ağlıyorken,
gülümsüyorum?
Kusuyorum suretlere. Salon çok kalabalık. Maskeler hareket ediyor. Bi' kaç latince kelime beynimde çınlıyor. Parmaklarım dudaklarımda, çekip çıkarmak istiyorum. Salındıkça salonun gölgelerinin arasından, daha da hissediyorum maskenin demirini.
''Kendinize gelin!''
Haykırıyorum; Jocelyn Pook'un akustiğinin gezdiği salona.
''Kurtulun bundan, kurtulun bundan, kurtulun bundan!''
Kırmızı gözyaşları süzülüyor maskelerden.
Kaldırıyorum kafamı Kozmos'a. Dizlerimin üzerinden haykırıyorum geçmişime:
''Azad et beni.
Az-ad et.''
28 Haziran 2015 Pazar
Pis
Kafamı pisliğe daldırmadan rahat edemiyorum.
Selam, geri geldim. Bekleyenler varmış. Komik.
Atların kafalarına yemlik geçirilir ya hani, aynı hesap. Aynı. Yemlikteki gibi pisliğe bulanmalı kafam.
Herkes yorgun. Bu tamamen seninle alakalı. Yeterince anlatmadık mı birbirimize? Kimse dinlemiyor ki zaten. Eski alegorileri canlandırmaktan başka yaptığımız bi' şey yok.
Geceler boyu tutundum sana. Duymayı geç, duymayı atladık. Titremeni bekledim.
Çok acıtıcıydı, emin ol.
Sana seslendim, çağırdım, parmaklarımı kırıp öfkemi gökyüzüne haykırdım. Arzumu boğdum, 'aşk'ın dizlerini parçaladım ki bir daha kalkamasın.
Öyle çirkinim ki, aynaya bakmaya korkuyorum..
..kendime aşık olurum diye.
Başımdaki delikten açık bir şekilde ölümü görüyorum. Birileri yağmurdan bahsediyor.
Ellerinle dünyayı sallayabiliyor musun? Ya da ne bileyim, toprağa tecavüz edebiliyor musun?
Hala isimleri ezberliyor musun?
Adına yazılmış şarkılar var mı? Medyayı bombalıyor musun?
Hadi hepsini geçtim, madem önemsemiyorsun; isimleri neden ezberliyorsun?
Mükkemmel bir sabah ya da gece. O kadar iğrenç ki, arınma sürecim hızlanıyor.
Sonra bir gün gelir, tüm kumsallar seni yıkar ve sen arınırsın.
Hayat.
Şaka.
Hep söylüyorum; zaman algısını verdiğin an insanı prangaya vurmuş olursun. Yetmiş yıl ya da on dakika. Fark etmez.
Tanrı hepimizin üzerine sıçtı işte.
Selam, geri geldim. Bekleyenler varmış. Komik.
Atların kafalarına yemlik geçirilir ya hani, aynı hesap. Aynı. Yemlikteki gibi pisliğe bulanmalı kafam.
Herkes yorgun. Bu tamamen seninle alakalı. Yeterince anlatmadık mı birbirimize? Kimse dinlemiyor ki zaten. Eski alegorileri canlandırmaktan başka yaptığımız bi' şey yok.
Geceler boyu tutundum sana. Duymayı geç, duymayı atladık. Titremeni bekledim.
Çok acıtıcıydı, emin ol.
Sana seslendim, çağırdım, parmaklarımı kırıp öfkemi gökyüzüne haykırdım. Arzumu boğdum, 'aşk'ın dizlerini parçaladım ki bir daha kalkamasın.
Öyle çirkinim ki, aynaya bakmaya korkuyorum..
..kendime aşık olurum diye.
Başımdaki delikten açık bir şekilde ölümü görüyorum. Birileri yağmurdan bahsediyor.
Ellerinle dünyayı sallayabiliyor musun? Ya da ne bileyim, toprağa tecavüz edebiliyor musun?
Hala isimleri ezberliyor musun?
Adına yazılmış şarkılar var mı? Medyayı bombalıyor musun?
Hadi hepsini geçtim, madem önemsemiyorsun; isimleri neden ezberliyorsun?
Mükkemmel bir sabah ya da gece. O kadar iğrenç ki, arınma sürecim hızlanıyor.
Sonra bir gün gelir, tüm kumsallar seni yıkar ve sen arınırsın.
Hayat.
Şaka.
Hep söylüyorum; zaman algısını verdiğin an insanı prangaya vurmuş olursun. Yetmiş yıl ya da on dakika. Fark etmez.
Tanrı hepimizin üzerine sıçtı işte.
22 Eylül 2014 Pazartesi
Büyük Şakacı
Yaşama delicesine yapışmış, parazitleşmiş ve bu asalak yaşamı güzel, çekilebilir göstermeye çalışan; intihar ve yenilgiyi aynı cümle içinde sık sık kullananlar…
Üzerinde yaşadığınız toprakları, yaptığınız nefes alışverişini, içinde bulunduğunuz kıyafetleri onurlu gösterecek hiçbir şey yok. Daha bunu kabullenemiyorken, yaşadığın her andan bir mana çıkarmaya çalışmak için kıçını yırtmana şaşmamalı. Bunların hepsi ilizyonik bir şaka ve hepsinin tek sorumlusu 'büyük şakacı'. İnsanlara baktığınızda pudra ve ruj izlerini değil de, salt acıyı görebiliyorsanız anlarsınız bunu. Büyük tezatlarla yaratılmış ve sürekli aşağıya doğru hallenen bir taşı en tepeye çıkarmanın sonsuz döngüsü…
Gerçek bir şey duymak ister misin? Gerçeklerden fazla uzaktasın. Hiçbir zaman mutlu olamayacaksın. Asla dilediğin başarıyı tadamayacak, tatmin olamayacaksın. Kendini kandırmak için sürüyle malzemen de olsa asla 'güzel' olamayacaksın. Hep eksik kalacak, hep debelenecek ve her seferinde yorulup; yine başaramayacaksın.
Buruşacak, kokacak, ölümü bekleyecek ve neyi ne için beklediğini asla anlayamayacaksın. Ve tüm bunları, hepsini, her hücreyi metanetle karşılayıp; 'kader' diyeceksin. Geçeceksin.
Yağmur, yegane sebep. Dönüşüm şerefine ağlıyorlar.
Siktir!
Ben vereceğim cevabını. Her zaman ben veririm cevabını. Çöl! Bir çölün ortasında, yıldızlara ya da ne bileyim, uydulara falan bakarak. Açlıktan değil, hastalıktan değil ya da ne bileyim yaşlılıktan değil; saf acıdan ölmek isterdim.
Bu sonsuz iğrençliğe kaldırarak saf acıdan dolma gümüş kadehimi… Son kez vererek selamımı pek bilge 'büyük şakacı'ya…
Kadın konuştu.
''Bir hayal içerisinde geziyor gibiydim. Yüzümü tokatlayıp suratımı yıkadı. Beni defalarca duvardan duvara vurdu. Plastik sopalarla üzerime saldırdı. Kiltorisimi ilahlaştırdı. Başımı göğsümle tanıştırdı ve tanrı araya girdi, dur ulan! tam o anda, yüzüme yayılan ılık bebeklerin ardından tüm kadınlığım çıktı… Bir kadın ne ister? Bedene yayılıp anı durduran güçlü bir zaman lordu. Orospu çocuğu mahler'in ritüelleri gibi, gerçek ve acı.''
Kadın sustu.
Büyük şakacı gülümsedi.
Üzerinde yaşadığınız toprakları, yaptığınız nefes alışverişini, içinde bulunduğunuz kıyafetleri onurlu gösterecek hiçbir şey yok. Daha bunu kabullenemiyorken, yaşadığın her andan bir mana çıkarmaya çalışmak için kıçını yırtmana şaşmamalı. Bunların hepsi ilizyonik bir şaka ve hepsinin tek sorumlusu 'büyük şakacı'. İnsanlara baktığınızda pudra ve ruj izlerini değil de, salt acıyı görebiliyorsanız anlarsınız bunu. Büyük tezatlarla yaratılmış ve sürekli aşağıya doğru hallenen bir taşı en tepeye çıkarmanın sonsuz döngüsü…
Gerçek bir şey duymak ister misin? Gerçeklerden fazla uzaktasın. Hiçbir zaman mutlu olamayacaksın. Asla dilediğin başarıyı tadamayacak, tatmin olamayacaksın. Kendini kandırmak için sürüyle malzemen de olsa asla 'güzel' olamayacaksın. Hep eksik kalacak, hep debelenecek ve her seferinde yorulup; yine başaramayacaksın.
Buruşacak, kokacak, ölümü bekleyecek ve neyi ne için beklediğini asla anlayamayacaksın. Ve tüm bunları, hepsini, her hücreyi metanetle karşılayıp; 'kader' diyeceksin. Geçeceksin.
Yağmur, yegane sebep. Dönüşüm şerefine ağlıyorlar.
Siktir!
Ben vereceğim cevabını. Her zaman ben veririm cevabını. Çöl! Bir çölün ortasında, yıldızlara ya da ne bileyim, uydulara falan bakarak. Açlıktan değil, hastalıktan değil ya da ne bileyim yaşlılıktan değil; saf acıdan ölmek isterdim.
Bu sonsuz iğrençliğe kaldırarak saf acıdan dolma gümüş kadehimi… Son kez vererek selamımı pek bilge 'büyük şakacı'ya…
Kadın konuştu.
''Bir hayal içerisinde geziyor gibiydim. Yüzümü tokatlayıp suratımı yıkadı. Beni defalarca duvardan duvara vurdu. Plastik sopalarla üzerime saldırdı. Kiltorisimi ilahlaştırdı. Başımı göğsümle tanıştırdı ve tanrı araya girdi, dur ulan! tam o anda, yüzüme yayılan ılık bebeklerin ardından tüm kadınlığım çıktı… Bir kadın ne ister? Bedene yayılıp anı durduran güçlü bir zaman lordu. Orospu çocuğu mahler'in ritüelleri gibi, gerçek ve acı.''
Kadın sustu.
Büyük şakacı gülümsedi.
25 Mart 2014 Salı
Dum-'an'-ı
Aradı, buldu.
Bir tane aldı, yaktı.
Karanlık. Beyaz. Duman.
Yumdu. Açtı.
Başladı:
Bir tane aldı, yaktı.
Karanlık. Beyaz. Duman.
Yumdu. Açtı.
Başladı:
''İki-üç sene önce bir süre bir şehirde yaşadım. Uzun süreli sayılabilecek bi' kadından ayrılmıştım ve hala da anlamlandıramadığım bir vicdan çığlığı peşimi bırakmıyordu. Bir canavardı. Aşk, tabii. Aynı ticari bir antlaşma gibi, kazanımlardan beslenmek bir yana; bazen duyguları bile yıkarak kendi varoluşunu besleyen bütün değerlere (ya da değersizliklere) rest çeken bir 'canavar'. Nitelikli gördüğüm varlığım bu yas süresini pek tabii likide etmeliydi.
Neyse.
İç fırtınalarımı sona erdirmek ya da sürdürmek için bir değişikliğe ihtiyacım vardı. Oraya gittim. Arkadaş falan. Tahmin edilebileceği üzere, üç gün sarhoş gezdim. Kırılmış bir tüp gibi kendimi boğazlıyor ve beynimin erekte olmasını bekliyordum. Bu tatlı nekahet süresini keyifle oynuyordum. Neden olmasındı?
Birkaç günün ardından 'arkadaş' kafamın dağılması için bir bara iki-üç hatun çağırdı. Çiftler halinde takılacaktık (tabii bu hatunlara söylenen kısmı idi). Kendime hakim olmam öğütlendi. Sebep? Basit. Kolay hatun. Sabırlı ol, suyuna git, azıcık zihnini döv, salaklığa geçit ver, siktir et soneleri(!) *faydasız ulan bunlar* ete ihtiyacın var! Et! Kuralına göre oyna, ve…
Kız mekana geldiğinde çoktan çakırkeyif olmuştum. Nasıl tarif etmeli… Minyon, parlatıcı sürmüş dudaklarını erkekliğinizle tanıştırmak isteyeceğiniz, dürüst olmak gerekirse güzel ve güzel olduğu kadar da 'yapay' bir yaratıktı. 'Arkadaş' tanıştırdı. Hoş gibiydi. Müzik,kadın,içki… Süre geçti. O'nun bu ilgisi üzerindeki basit egosu ile vücudunu teslim edeceği doğru sperm arasında salınan ikiyüzlü orospuluğunu mekandaki diğer tüm kadınlardan ayıran müthiş salaklığını henüz fark ediyordum. Sormadım, tabii; lakin büyük ihtimalle kel erkeklerden hoşlanıyordu. Arabalardan, ataerkil güçten, kız kıza karaoke barlara gidip sikik renklerdeki kokteyllerden içip erkekleri süzmekten, ertesi gün içtiği sikik renkli kokteylleri bire BİN katarak anlatmaktan hoşlanıyordu. O'na Pan ve Echo'nun hikayesini anlatabilirdim. Ama büyük bir olasılıkla ''hauhahaha, çok iyiymiş yaa!'' derdi orospu. Gerek yoktu. Hem de hiç.
Aynı masada oturmak güçleşiyordu. Tanrım, çok çekilmezdi. Tanrının var olmamasından bile daha çekilmez. Belki.
Eve vardık. İçeriye girdiğimde içimdeki vicdanı savaşın, sarhoşluğun, aptallıkla yoğrulmuş hüznün tiksinçliğinin ve bacak damarlarımın savaşamadığı bir devrilmenin eşiğindeydim.
Tok! Uykuyla karışık hayat. Saatlerce…
Şimdi bu anlattıklarıma baktığımda, bir kadına 'acımak' gibi büyük bir yükle gittiğim o yerde nekahetimi tamamladım. Bu kadar uzun anlatmama gerek bile yok çünkü her şey o gece bitmişti. O kadar iğrenç bir durumdaydım ki, bunu görmeden ölmek olmazdı… Zaten, insan; eline bir bok parçası verilmeden iğrençliğin kelime anlamını tam olarak kavrayamaz.
Ve ben,
o gece,
ayrıldığım kadınla ilgili duyduğum -mantık ve anlamdan tamamen uzak- duygusal eziklik, salak bir kadının egolarıyla savaşma ve alkol içinde kalmıştım.
Aslında, dönüp baktığımda, bu kadar kolaydı. Basit. O gece benim en doğrularımdan biriydi. En doğrularım.
Ama yine de,
bazen, düşününce;
*ki fazla düşünüyorum*
belki de O'na cüzdanımdan söz etmeliydim.
Bilemiyorum, tabii.''
21 Ocak 2014 Salı
Ağlıyor
Yağmurluğum ağlıyor. Önemsemiyor misyonunu. Yankılanıyor öfke, tüm sokak boyunca. Duyamıyorlar, kulaklarını hırsla kapatanlar. Kulakların duyup duyabileceği en görkemli orkestra bu oysa ki...
Önce uvertür... Gök gürlüyor işte! Aynı 1812'de olduğu gibi. Kıskanmalısın; Çaykovski! Bulutlar senden daha başarılı. Beton ve damlalar ritimlerini yakaladılar bile. Sürekli bağıran ruhum üstleniyor gecenin solistliğini. Ay ışığı keyifle kabulleniyor spot ışığı rolünü.
Bana Tanrı yaşındaymış gibi gelen çınara karşı kaldırıyorum kadehimi. Sevişeyim fikrinin karanlık tınısıyla, anlatsın bana kudretli görgülerini.
Yağmurluğum ağlıyor! Böcekler kendilerine has doğa banyosunun ardından sevinçle duyargalarını kıpırdatıyorlar. Zaman prangasından mahrum olan her ruh özgür. Görüyorum. Gözlerle değil, tabii. Yağmur gösteriyor bana.
Tüm bunlar olurken Esad hala çok kızgın, dördüncü bölgedeki at yine yolun ortasına sıçtı; prizmatik sinekler mutluluktan ölüyormuşcasına bokun etrafında dans ediyorlar, üçlünün ortasındaki çok kibirli. Kızgın, ama neye? Neden?
Düşünüyor Tanrı.
Hayatımın altını kırmızı kalemle çizemem ki. Çok fazla şey bekliyorsunuz. Zaman prangası bileklerimden yakaladı beni.
Çaykovski! Baksana, Tanrı düşünüyor.
Tanrı planlıyor, Çaykovski. Ölümün güzelliğiyle yıkanmış, kanlı gülümsemesini tahtalara armağan eden; güzel parmaklı Çaykovski...
Ulu çınarın hatrına kaldırdığım kadehim midemin derinliklerine doğru giderken,
dolunayın üzerine gölge düşmüş,
yahudiler Babil'den sürülmüş,
ilk hidrojen bombası gökyüzünü delmişti...
Önce uvertür... Gök gürlüyor işte! Aynı 1812'de olduğu gibi. Kıskanmalısın; Çaykovski! Bulutlar senden daha başarılı. Beton ve damlalar ritimlerini yakaladılar bile. Sürekli bağıran ruhum üstleniyor gecenin solistliğini. Ay ışığı keyifle kabulleniyor spot ışığı rolünü.
Bana Tanrı yaşındaymış gibi gelen çınara karşı kaldırıyorum kadehimi. Sevişeyim fikrinin karanlık tınısıyla, anlatsın bana kudretli görgülerini.
Yağmurluğum ağlıyor! Böcekler kendilerine has doğa banyosunun ardından sevinçle duyargalarını kıpırdatıyorlar. Zaman prangasından mahrum olan her ruh özgür. Görüyorum. Gözlerle değil, tabii. Yağmur gösteriyor bana.
Tüm bunlar olurken Esad hala çok kızgın, dördüncü bölgedeki at yine yolun ortasına sıçtı; prizmatik sinekler mutluluktan ölüyormuşcasına bokun etrafında dans ediyorlar, üçlünün ortasındaki çok kibirli. Kızgın, ama neye? Neden?
Düşünüyor Tanrı.
Hayatımın altını kırmızı kalemle çizemem ki. Çok fazla şey bekliyorsunuz. Zaman prangası bileklerimden yakaladı beni.
Çaykovski! Baksana, Tanrı düşünüyor.
Tanrı planlıyor, Çaykovski. Ölümün güzelliğiyle yıkanmış, kanlı gülümsemesini tahtalara armağan eden; güzel parmaklı Çaykovski...
Ulu çınarın hatrına kaldırdığım kadehim midemin derinliklerine doğru giderken,
dolunayın üzerine gölge düşmüş,
yahudiler Babil'den sürülmüş,
ilk hidrojen bombası gökyüzünü delmişti...
16 Ocak 2014 Perşembe
Tatlı soğuk
Karanlık bir yol bu. Aşk gibi. En büyük düşmanım kadar tatlı ve soğuktun sen. Çin mutfağına ait bir sos gibi.
Tatlı soğuk. Kararıyor hava, görüyor musun griyi? Didindim, duruldum... Sakladım, sakladım ki yenilmeyeyim. Yenilmekten çok korkuyorum, biliyorsunuz. Yenilgiyi realizmle seviştirdim, kırma hayvanlar para etmiyor ya hani, bu da etmedi...
Al kırmızımı. Al kanımı. Dökmelisin belki de, hissetmelisin senfoniyi.
'O kadın.'
Yıkılamam. Yıkılmak hiç seksi değil. Seninleyim belki de. Görüyorum yalanınızı, tasarım hatası var. Tasarım.
Ruhtan bahsetmiştim aşağıda. Çok aşağıda. Tanrı ve ruh. Büyük hata.
Bedenleriniz, bedenlerimiz, bedenim... 'Ruh'u taşıyamıyorlar. Taşıyamazlar. Potansiyeli törpülemek zorundasın.
Yeni kesmiş sakalını, yeni sürmüş rujunu. Ufak rolleri de anlamlı kılmak gerek. Ufak roller, büyük rollerin habercisidir çünkü. Ufak rollerle ölmek mi? Tabii ki.
Konuşuyorum kendimle. 'Şarkı' dedim, şarkı. Şarkım. Bir keman ezgisi, o çok sevgili parmaklardan dökülen bir ezgi. Nota mı? Aşağıya! Nota yok.
Bu sefer keskinlik de yok. Kalp var. En kırmızısından. En hislisinden.
En...
En kirlisinden.
Tatlı soğuk. Kararıyor hava, görüyor musun griyi? Didindim, duruldum... Sakladım, sakladım ki yenilmeyeyim. Yenilmekten çok korkuyorum, biliyorsunuz. Yenilgiyi realizmle seviştirdim, kırma hayvanlar para etmiyor ya hani, bu da etmedi...
Al kırmızımı. Al kanımı. Dökmelisin belki de, hissetmelisin senfoniyi.
'O kadın.'
Yıkılamam. Yıkılmak hiç seksi değil. Seninleyim belki de. Görüyorum yalanınızı, tasarım hatası var. Tasarım.
Ruhtan bahsetmiştim aşağıda. Çok aşağıda. Tanrı ve ruh. Büyük hata.
Bedenleriniz, bedenlerimiz, bedenim... 'Ruh'u taşıyamıyorlar. Taşıyamazlar. Potansiyeli törpülemek zorundasın.
Yeni kesmiş sakalını, yeni sürmüş rujunu. Ufak rolleri de anlamlı kılmak gerek. Ufak roller, büyük rollerin habercisidir çünkü. Ufak rollerle ölmek mi? Tabii ki.
Konuşuyorum kendimle. 'Şarkı' dedim, şarkı. Şarkım. Bir keman ezgisi, o çok sevgili parmaklardan dökülen bir ezgi. Nota mı? Aşağıya! Nota yok.
Bu sefer keskinlik de yok. Kalp var. En kırmızısından. En hislisinden.
En...
En kirlisinden.
24 Kasım 2013 Pazar
Düşün(me)mek
Düşünmek için rahatsız olmak gerekiyor.
Düşünmek; varolan rahatsızlığı katlayan, çoğu zaman sonuçsuz kalan seksi bir eylemdir. Bu açıdan bakıldığında insanoğlunun düşünmemesi için büyük çaba sarf eden insanları takdir etmek gerekiyor. Ben çoğu zaman küfür ediyorum tabii.
Düşünmek basittir. Düşünmemek zordur. Yine de iki milyara yakın olan insan topluluğu, zor olanı seçiyor.
Şarkılar var ya şarkılar. Notalar falan. Doğallığı siken bir sürü terimden biri bu, 'nota'. Binlerce yıl önce kütük ağacının üzerine oturup elleriyle ritim tutan Dua Duga notanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Bilmediği için 'ilkeldi'. Bilmediği için 'düşünmedi'.
Bilmediği için, güzeldi.
Güzellik kavramlarının kişiden kişiye göre değişmesi durumu yok, biliyor musunuz? Sadece ego var. Ego ve gösteriş. Birbirlerini çok severler zaten. Alkolün tadından nefret edip, sadece alkol içtiğini söylemek için içen sürüyle insan tanıyorum.
Çok basit aslında. Gözlem ve analiz.
Sadece biraz 'düşünmek' gerekiyor.
Ya da, düşünmemek mi?
Doğmak, ölmenin yarısıdır diyor ya hani Günday. Hisetsenize biraz, yüzünüze her toprak atılışında baskısını arttıran 'kefen' denilen komik bez parçasını. Düşünün biraz, karanlığı. Aslında çoğu zaman yanınızda olan ama 'düşünmemek' için götünüzü yırttığınız o sikik, beyaz çarşafı.
Ölmek için doğdunuz. Doğuşunuz, ölümünüzü belgeledi. Uyuyun tabii, yemek de yiyin. Sıçın hatta. Osurun.
Ama düşünmeyin.
Ulan; zaten öleceği bir dünyada, hayatı boyunca demir parmaklıklar arasında yaşayan(?) tipler var buralarda. Düşünsene. Acı mı çekiyorsun?
Acı mı?
Suç işlemek? Neye göre suç işlemek? Adam öldürmek neden bir 'suç', mesela?
Amcan annenin üzerine atlayıp sert bir şekilde tecavüz ettiği zaman, O'nu öldürmek Avrupa İnsan Hakları'na göre bir suç.
Avrupa İnsan Hakları?
Başka bir insan(lar), başka bir insan(lar) için kurallar koyuyor. Düşündün mü bunu hiç? Zaten toprağın altına girmekle zorunlu bırakıldığın bir hayatı kurallarla süslüyorlar. Olsun be, düzen şart nasıl olsa.
Sikeyim.
Ben gidiyorum.
İçmeye, tabii.
Tadı mı?
Hahahaha!
Düşünmek; varolan rahatsızlığı katlayan, çoğu zaman sonuçsuz kalan seksi bir eylemdir. Bu açıdan bakıldığında insanoğlunun düşünmemesi için büyük çaba sarf eden insanları takdir etmek gerekiyor. Ben çoğu zaman küfür ediyorum tabii.
Düşünmek basittir. Düşünmemek zordur. Yine de iki milyara yakın olan insan topluluğu, zor olanı seçiyor.
Şarkılar var ya şarkılar. Notalar falan. Doğallığı siken bir sürü terimden biri bu, 'nota'. Binlerce yıl önce kütük ağacının üzerine oturup elleriyle ritim tutan Dua Duga notanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Bilmediği için 'ilkeldi'. Bilmediği için 'düşünmedi'.
Bilmediği için, güzeldi.
Güzellik kavramlarının kişiden kişiye göre değişmesi durumu yok, biliyor musunuz? Sadece ego var. Ego ve gösteriş. Birbirlerini çok severler zaten. Alkolün tadından nefret edip, sadece alkol içtiğini söylemek için içen sürüyle insan tanıyorum.
Çok basit aslında. Gözlem ve analiz.
Sadece biraz 'düşünmek' gerekiyor.
Ya da, düşünmemek mi?
Doğmak, ölmenin yarısıdır diyor ya hani Günday. Hisetsenize biraz, yüzünüze her toprak atılışında baskısını arttıran 'kefen' denilen komik bez parçasını. Düşünün biraz, karanlığı. Aslında çoğu zaman yanınızda olan ama 'düşünmemek' için götünüzü yırttığınız o sikik, beyaz çarşafı.
Ölmek için doğdunuz. Doğuşunuz, ölümünüzü belgeledi. Uyuyun tabii, yemek de yiyin. Sıçın hatta. Osurun.
Ama düşünmeyin.
Ulan; zaten öleceği bir dünyada, hayatı boyunca demir parmaklıklar arasında yaşayan(?) tipler var buralarda. Düşünsene. Acı mı çekiyorsun?
Acı mı?
Suç işlemek? Neye göre suç işlemek? Adam öldürmek neden bir 'suç', mesela?
Amcan annenin üzerine atlayıp sert bir şekilde tecavüz ettiği zaman, O'nu öldürmek Avrupa İnsan Hakları'na göre bir suç.
Avrupa İnsan Hakları?
Başka bir insan(lar), başka bir insan(lar) için kurallar koyuyor. Düşündün mü bunu hiç? Zaten toprağın altına girmekle zorunlu bırakıldığın bir hayatı kurallarla süslüyorlar. Olsun be, düzen şart nasıl olsa.
Sikeyim.
Ben gidiyorum.
İçmeye, tabii.
Tadı mı?
Hahahaha!
18 Kasım 2013 Pazartesi
Kör
Bir bardak daha.
Bir bardakla içime aldığım kederli tınıyı kulaklarım duymuyor. Duyma işlemini gerçekleştiren kulaklarım değil bu sefer.
Bana çok daha yakın bir organ. Beynim gibi.
Aşk kör diyorlar. Kör. Aşk var, evet. Hayatın en pislik rutubetinde bile, böcekler kadar saf; böcekler kadar alelane, böcekler kadar cesur.
Aşk, her kudretli duygunun az buçuk barındırdığı gibi çok 'pis'. Sen de pissin.
Ben...
Ben de pisim.
Ben yazıyorum. Yazmakla uğraşıyorum. Herkesin işi var ya hani. Bu dünya 'yapılacak şeyleri olanlar' için, hala fark etmedin mi?
Ne yapıyorsun?
Ne yapacaksın?
Ne zaman büyüyeceksin?
Büyüdüğünde ne olacaksın?
Bir şeyler olmalısın! Üzerinde yaşadığın kasvetli, sikik, kahverengi ve siyahın şiddetli cinselliğiyle ortaya yayılan pislik koku; sana bir şeyler yapmanı emrediyor. Bir şeyler yaparak varolursun. Düşünmek, sorgulamak, karşı çıkmak; yasak!
Yasakları çok güzel kabul ettirdiler beynindeki gümrüğe. Beynindeki damarların hepsi tıkanırsa huzura kavuşabilirsin.
Ah! Unuttum!
Huzurunu engellemeyi kendisine 'yapacak iş' olarak gören beyaz üniformalılar da var.
İyisi mi sen bar sineği ol. Sinek ol.
Tellerin olsun, sürekli kıpırdaşan, sürekli anlamlandıran...
Kör zaten.
Aşk dediğin şey, kör.
En az kalbimin kör olduğu kadar kör.
Bir bardakla içime aldığım kederli tınıyı kulaklarım duymuyor. Duyma işlemini gerçekleştiren kulaklarım değil bu sefer.
Bana çok daha yakın bir organ. Beynim gibi.
Aşk kör diyorlar. Kör. Aşk var, evet. Hayatın en pislik rutubetinde bile, böcekler kadar saf; böcekler kadar alelane, böcekler kadar cesur.
Aşk, her kudretli duygunun az buçuk barındırdığı gibi çok 'pis'. Sen de pissin.
Ben...
Ben de pisim.
Ben yazıyorum. Yazmakla uğraşıyorum. Herkesin işi var ya hani. Bu dünya 'yapılacak şeyleri olanlar' için, hala fark etmedin mi?
Ne yapıyorsun?
Ne yapacaksın?
Ne zaman büyüyeceksin?
Büyüdüğünde ne olacaksın?
Bir şeyler olmalısın! Üzerinde yaşadığın kasvetli, sikik, kahverengi ve siyahın şiddetli cinselliğiyle ortaya yayılan pislik koku; sana bir şeyler yapmanı emrediyor. Bir şeyler yaparak varolursun. Düşünmek, sorgulamak, karşı çıkmak; yasak!
Yasakları çok güzel kabul ettirdiler beynindeki gümrüğe. Beynindeki damarların hepsi tıkanırsa huzura kavuşabilirsin.
Ah! Unuttum!
Huzurunu engellemeyi kendisine 'yapacak iş' olarak gören beyaz üniformalılar da var.
İyisi mi sen bar sineği ol. Sinek ol.
Tellerin olsun, sürekli kıpırdaşan, sürekli anlamlandıran...
Kör zaten.
Aşk dediğin şey, kör.
En az kalbimin kör olduğu kadar kör.
27 Eylül 2013 Cuma
Girdap
Hayatlar; aynı hayatlar.
Suratlar mesela, suratlar aynı. Çelişkiler aynı. Tükenmişlikler aynı. Tatiller aynı. Hikayeler aynı. Sayılar aynı. Harfler aynı.
Ölümler,
ölümler farklı.
Yaşadığın girdabı düşün. Şekilsiz midenden yayılan uyarı beynine çoktan ulaşmış olmalıydı. Sıkılmadın mı?
Yeni yüzyılın asil bir kahramanı olabilirsin.
Hatırlıyor musun o günü? 'Ben farklıyım' dediğin günü hatırlıyor musun?
Egonu ilk hissedişini, gözlerini ilk kez 'küçümseme' gibisinden bir eylem için kullandığını, hatırlıyor musun? Zorla biraz, hatırlayacaksın.
Boklu geleceğini tenkit etmek için geçmişini hatırlamak zorundasın. Yazıyı okumaya devam ediyorsun, girdabın hızından henüz etkilenmeyen gözlerin şarkımın üzerinde geziniyorlar. Bu sevgiliden ayrıldıktan sonra dinlenecek bir şarkı değil. Mutlu son yok. Hele değersiz kişiliklere verilen bir özgüven şırıngası hiç yok.
Girdap var.
En karanlığından. En yaldızlısından. En çaresizinden.
Aynısın. Farklıların içinde aynısın. O kadar aynısın ki, farklılığın seni aynı yapıyor.
Sahte bir hayatta debeleniyorsun, düzensiz kulaçlar atıyorsun. Başkalarının planlarında bir piyon olmak için uğraşıyorsun. Şükrediyorsun. Eğer aklın az biraz çalışıyorsa sorgulamıyorsun bile, çünkü sorgulamak sana hiçbir şey kazandırmadı.
Ben yeterince sorguladım senin için. Hepiniz için.
Herkes 'aynı'yı yaşıyor.
Herkes 'aynı'yı yaşayıp, farklı ölüyor.
İki seçeneğin var. Ya da iki 'atış', böylesi daha seksi.
ÖL-üm, pek tabii.
Ve,
beyaz yeleli atlar. Uzaklara götüren cinsten atlar. Çok uzaklara.
Girdabın da ötesine...
26 Temmuz 2013 Cuma
Kendimi kayb...
Hayır.
İstemiyorum. Hele ki istemeyi hiç istemiyorum. Çok korkuyorum.
Karanlık hayatları gizlemek için delicesine yanmaya çalışan pembeye boyanmış ampüller, merhaba. Ağlıyorsunuz pembe camların ardında, görebiliyorum karanlığa karışmış buhunuzu.
Üzülüyorum.
Amaçlamıyorum.
Kasvetli odaya tüm yorgunluğunu çekinmeden salan fahişenin 19. müşterisi olmak istiyor, tüm karanlığı bana kusmasını diliyorum.
Tüm pisliğini, tüm umutsuzluklarını, tüm tükenmişliklerini...
Kaçıyorum.
Boş bir pisuvar. Vücudumdaki demir gibi ağırlaşmış alkolü özensizce salıyorum dışarıya.
Hissizlik. Acıtıyor. Düşündürüyor. Bekliyorum ölümü. Kucaklıyorum fikrini.
Anlamsızca savuruyorum elimi saçlarıma. Kısıyorum alnımdan akan terle savaşlar veren gözlerimi. Düşünüyorum.
On iki sene önce. Ya da bir eksik. Kendimi buluyorum, bununla ilgili bir sorunum yok. Benim sorunum, bulduğum noktayı koruyamamak.
Pisuvar, hala boş. Sarıyla boyanmış sadece. Noktalar görüyorum, sert noktalar. Hangisi benim? Hangisi benimle?
Kendimi kaybetmiyorum ben. Kendimi buluyorum.
Sorun,
bulduğum noktayı koruyamamak.
24 Haziran 2013 Pazartesi
Haklı Adalet
Yüzündeki hoşnut gülümsemeden nefret ediyorum.
Ufak, parçalanmış dilinden nefret ediyorum.
Pipo ahşabı kokan sakalından, tütün bulaşmış bacaklarından nefret ediyorum.
Kokuşmuş ellerinin üzerindeki kahverengi beneklerden de nefret ediyorum.
Kokuşmuş ellerinin üzerindeki kahverengi beneklerden de nefret ediyorum.
Senden, nefret-
ediyorum.
ediyorum.
Yüzündeki pek sevgili hoşnut gülümsemenin yaratıcıları, torunların, seneler sonra kibir denizinin derinliklerinde boğulacaklar; gerizekalı.
Farkındalıktan ve 'sözde' iyilikten yoksun.
Kustuğum nefretin pis kokusunun kıllı burun deliklerinle buluşmasını diliyorum.
Saygı. Güzel kavram.
Hoş kelime. Bir sürü ünsüz harf falan.
Saygının sadece griye boyanmış topraklarda uzun zaman geçirilerek kazanılacağına inanmak çok 'pembe'.
Pembeyi ve tozlarını sevmediğimi biliyorsunuz. Bilmelisiniz.
Gülümsüyorum; varoluşumla bana sunulan, karanlığın en büyük hizmetkarlarından olan 'sahteciliğin' yardımıyla.
Hissetmek seni yaralamıyor, 'karamsarlığın pençesiyle savaşını kolaya kaçarak aşmaya çalışan' bunak, hayır hayır hayır.
Seni yaralamıyor.
Yaralayamaz.
Sefil hayatın 'sahteciliğe' alışalı çok oldu çünkü. Ruhun pörtüleşeli, kirleneli, bok rengini alalı çok oldu.
Saygıyı hak etmek var bir de. EVET EVET, tam olarak bundan bahsediyorum. Hak etmekten.
Bir şeyleri 'hakla' elde etmekten.
Geri dönüşüm çok mu komik oldu? Hala adaletten bahsedebiliyor oluşum çok gülünç.
Hele ki 'gerçek' adaleti uygulamaya döken insanların gölgelerin içinde yok oluşlarına uzun zamandır tanık etmeme rağmen...
''El öpenlerin çok olsun evladım.''
Elime sıkıştırılan 'yeşili'n buruşukluğunu hissedebiliyorum.
Elinin pisliğini hissedebiliyorum.
'Dedenin torununa harçlık vermesi.'
Hehehe...
17 Şubat 2013 Pazar
Grinin Kederli Tonu(!)
Yağmur yavaş yavaş akıyordu. Grinin yoğunluğunu hissettiği ufak odasının kirli camından izliyordu Tanrı'nın palet izlerini. Of çekerek çıkardığı hastalıklı bulutun griye karışmasını tanıdık bakışlarla izledi.
Küfür etti.
Gözleri utanç yüklü anlamlarla sağ tarafındaki ufak palmiyeye döndü. Bitkiler duyabilirler miydi? Küfür yasak.
Şeytan'ın esiri olmamalıydı.
Oysa, bu düşünce uzun zamandır çok seksi gelmeye başlamıştı. Özellikle, grinin; Tanrı'nın favori rengi olduğunu anladığı günden beri.
Etrafına bakındı. Arkadaşlarının çoğu ölmüştü. Duvarlardaki karanlık yarıklar, çok fazla hatıra saklıyorlardı. Gözleri ilişti, griye beyaz katan; yağmurla ıslanmış leylakların ardından, salınarak gelen siyaha.
Renklerden nefret ediyordu.
''Bu aramızda kalsın, ufak palmiye. Aramızda kalsın.''
Hiddetini kırbaçlamak zorlaşıyordu. Hiddet, kırbaç darbelerine karşı bağışıklık kazanmıştı.
''Siktir git! Siktir git! Siktir git!''
Sağ ayağını palmiyeye salladı ve 'çat!'. Oyun bitti. Ahşap kapının ardındaki ayak seslerinin yankısını ta beyninde hissediyordu. Sarıldı, annesinin yıllar önce verdiği ufak; haç şeklindeki kolyesine.
Sarıldı,
annesine.
***
Yağmur durmuştu. Toprağın nemle karışık kederli kokusu paçalardan içeri süzülüyordu. İnsanlar koşuyorlardı. Gri, her yerdeydi. Bağırmak geliyordu içinden. Beyninin içinde bir embriyo gibi büyüyen ayak sesleri, kendisinin alt kattaki 'cezalandırma yeri'ne atılmasına yol açmıştı.
Palmiyelere ettiği nefreti ileride kanlandıracağından emindi.
'St. Edward Çocuk Esirgeme Kurumu' bugün çok 'griydi'.
Çığlıklar, ah, çığlıklar...
Eğer bir insan olsaydı, nevrotik kadınlardan hoşlanırdı. Binlerce euroluk şampanyasını kristal kadehe koyan hizmetçiye 'hıh'layarak tatmin ederdi zenginciliğini. Kolundaki nevrotik kadınla, binerlerdi milyon dolarlık Bugatti'lerine.
Demir kapı açıldı.
'Çat!'
Bir kuru ekmek, biraz da su.
Gülümsedi.
Dişlerine sarı rengi veren iğrenç plakaları diliyle yokladı. Ellerine baktı. Kirli yanaklarından akan 'annesini', kırık kadehle birlikte içti.
Merak etme anne, çabuk sindirileceksin.
Soğuk, ve belki biraz kasvet. Belki biraz 'şeytan'. Belki biraz 'Tanrı'.
Daha çok zamanı olduğunu düşündü. Yer altındaydı. Yerin altında. Sıcakla soğuğun savaşında. Gözyaşlarının annelere, kırık kadehlerin kristallere, kuru ekmeklerin sushilere dönüştüğü yerde.
Kaldırdı kafasını. Kalbinin karanlık orkestrası tınılarını yükseltmişti. Açtı ellerini, sıktı yumruklarını.
Eridi, eridi, eridi...
Demir kapının ardındaki, anlamsız kahkahaları anlamlandırmaya çalışan gerizkalı, sadece dinledi. Kıstı gözlerini elindeki telsizi masasına koyarken.
Anlayamadı, grinin kölesinin gürültülü kahkahasını.
Anlayamadı, hayatın 'gri' olduğunu.
Küfür etti.
Gözleri utanç yüklü anlamlarla sağ tarafındaki ufak palmiyeye döndü. Bitkiler duyabilirler miydi? Küfür yasak.
Şeytan'ın esiri olmamalıydı.
Oysa, bu düşünce uzun zamandır çok seksi gelmeye başlamıştı. Özellikle, grinin; Tanrı'nın favori rengi olduğunu anladığı günden beri.
Etrafına bakındı. Arkadaşlarının çoğu ölmüştü. Duvarlardaki karanlık yarıklar, çok fazla hatıra saklıyorlardı. Gözleri ilişti, griye beyaz katan; yağmurla ıslanmış leylakların ardından, salınarak gelen siyaha.
Renklerden nefret ediyordu.
''Bu aramızda kalsın, ufak palmiye. Aramızda kalsın.''
Hiddetini kırbaçlamak zorlaşıyordu. Hiddet, kırbaç darbelerine karşı bağışıklık kazanmıştı.
''Siktir git! Siktir git! Siktir git!''
Sağ ayağını palmiyeye salladı ve 'çat!'. Oyun bitti. Ahşap kapının ardındaki ayak seslerinin yankısını ta beyninde hissediyordu. Sarıldı, annesinin yıllar önce verdiği ufak; haç şeklindeki kolyesine.
Sarıldı,
annesine.
***
Yağmur durmuştu. Toprağın nemle karışık kederli kokusu paçalardan içeri süzülüyordu. İnsanlar koşuyorlardı. Gri, her yerdeydi. Bağırmak geliyordu içinden. Beyninin içinde bir embriyo gibi büyüyen ayak sesleri, kendisinin alt kattaki 'cezalandırma yeri'ne atılmasına yol açmıştı.
Palmiyelere ettiği nefreti ileride kanlandıracağından emindi.
'St. Edward Çocuk Esirgeme Kurumu' bugün çok 'griydi'.
Çığlıklar, ah, çığlıklar...
Eğer bir insan olsaydı, nevrotik kadınlardan hoşlanırdı. Binlerce euroluk şampanyasını kristal kadehe koyan hizmetçiye 'hıh'layarak tatmin ederdi zenginciliğini. Kolundaki nevrotik kadınla, binerlerdi milyon dolarlık Bugatti'lerine.
Demir kapı açıldı.
'Çat!'
Bir kuru ekmek, biraz da su.
Gülümsedi.
Dişlerine sarı rengi veren iğrenç plakaları diliyle yokladı. Ellerine baktı. Kirli yanaklarından akan 'annesini', kırık kadehle birlikte içti.
Merak etme anne, çabuk sindirileceksin.
Soğuk, ve belki biraz kasvet. Belki biraz 'şeytan'. Belki biraz 'Tanrı'.
Daha çok zamanı olduğunu düşündü. Yer altındaydı. Yerin altında. Sıcakla soğuğun savaşında. Gözyaşlarının annelere, kırık kadehlerin kristallere, kuru ekmeklerin sushilere dönüştüğü yerde.
Kaldırdı kafasını. Kalbinin karanlık orkestrası tınılarını yükseltmişti. Açtı ellerini, sıktı yumruklarını.
Eridi, eridi, eridi...
Demir kapının ardındaki, anlamsız kahkahaları anlamlandırmaya çalışan gerizkalı, sadece dinledi. Kıstı gözlerini elindeki telsizi masasına koyarken.
Anlayamadı, grinin kölesinin gürültülü kahkahasını.
Anlayamadı, hayatın 'gri' olduğunu.
29 Ocak 2013 Salı
Kırmızı coşku
Tam olarak uçtuğun yere bak. Her şeyin yüzüne kondurduğun ufak gülümsemeyle başladığını anımsa. Gülümsemekten nefret et. Bak, görme yetilerin hala düzgün çalışıyor, bak! BAK! Uçtuğun yere bak.
Hep istedin. Uçmak. Öyle ya da böyle.
Uçuyorsun.
Gülümsemek. Pek tabii, gülümsememek. Değiştirmiyor artık acınası kaderini. Kader, nam-ı değer 'yazgı'. Yazıyorlar... Uğruna kıçını yırttığın sefil hayatı keyifle yazan parmakların biri nasırlı, onu gördüm. Bir kusur, nasır.
Rüzgar neden bu kadar sinirli, benim çok çok değerli Karanlığım? Çok çok sinirli. Yüzünde oluşan morlukları hissedebiliyorum, ah, beni affet.
Beni affet.
Duruluyor gibisin. Görünmez kanatların kanıyor. Gözlerin kanıyor. Bu potansiyelden nefret ediyorum. Tüm vücudun kırmızı oluyor sanki. Kanıyorsun. HEY, KANIYORSUN!
Bak, aşağıya bak! Herkes orada. Sistem orada, insancıklar orada. Askercilik oynuyor bir kısmı, bir kısmı memurculuk, bir kısmı öğretmencilik.
Görüyorum,
Görüyorsun, aslında herkesin kanadığını.
Nefret ediyorsun. Kusuryorsun. Gözlerin, kırmızı.
Ah...
Acıyor. Yer çekimine bırakıyorsun kusmuğunu, kanını, kırmızı gözyaşlarını. Alsın, götürsün.
Sen uçarsın.
Bu senin cezan.
Uçmak, senin cezan.
Uçmak, görmek, anlamak.
Deli gibi kanayan gözlerin en yukarıdan tanıklık etmeli kötülüğün en büyük ürününe.
Her şey bir gülümsemeyle başladı.
Tek, kırmızı bir gülümseme.
Hep istedin. Uçmak. Öyle ya da böyle.
Uçuyorsun.
Gülümsemek. Pek tabii, gülümsememek. Değiştirmiyor artık acınası kaderini. Kader, nam-ı değer 'yazgı'. Yazıyorlar... Uğruna kıçını yırttığın sefil hayatı keyifle yazan parmakların biri nasırlı, onu gördüm. Bir kusur, nasır.
Rüzgar neden bu kadar sinirli, benim çok çok değerli Karanlığım? Çok çok sinirli. Yüzünde oluşan morlukları hissedebiliyorum, ah, beni affet.
Beni affet.
Duruluyor gibisin. Görünmez kanatların kanıyor. Gözlerin kanıyor. Bu potansiyelden nefret ediyorum. Tüm vücudun kırmızı oluyor sanki. Kanıyorsun. HEY, KANIYORSUN!
Bak, aşağıya bak! Herkes orada. Sistem orada, insancıklar orada. Askercilik oynuyor bir kısmı, bir kısmı memurculuk, bir kısmı öğretmencilik.
Görüyorum,
Görüyorsun, aslında herkesin kanadığını.
Nefret ediyorsun. Kusuryorsun. Gözlerin, kırmızı.
Ah...
Acıyor. Yer çekimine bırakıyorsun kusmuğunu, kanını, kırmızı gözyaşlarını. Alsın, götürsün.
Sen uçarsın.
Bu senin cezan.
Uçmak, senin cezan.
Uçmak, görmek, anlamak.
Deli gibi kanayan gözlerin en yukarıdan tanıklık etmeli kötülüğün en büyük ürününe.
Her şey bir gülümsemeyle başladı.
Tek, kırmızı bir gülümseme.
17 Ocak 2013 Perşembe
Köpeköldüren
Evet, iyi değilim.
Sen de değilsin.
''Beş lira.''
'Siktir git'i temsilen atılan bakışlara alışmaya başlamıştım. Bir zamanlar, hayatımı hala Murphy'nin kanunlarına göre yaşadığım dönemlerde, öfkemi kontrol edemezdim. Tipik erkek egosu.
Eheh.
Yırtık cebimden düşmemesi için iyice açtığım 'Beş Türk Lirası'nı aceleyle çıkarıp uzattım. Artık buğulanmış şişenin içindeki Dimitrakopulo ile aramda engel kalmamıştı. Hayattaki yegane amacı cepten cebe dolaşmak olan 'güçlü' beş liramı düşündüm. Onu özlüyorum.
Çok anlamsız. Bitmek bilmeyen anlamsız gurur parçaları.
Çöküyorum.
Duvar çok soğuk, yırtık montumun arasından giren acımasız hava dalgaları canımı sıkıyor.
Gurur.
Tükürüğün içinden kurtulmaya çalışmayı bırakan karıncanın antenleri gibi, soğuk bir kararlılık... Soğuk kararlılık.
Çok korkunç.
Korkuyorum,
çöküyorum.
Anne, neredesin? Tek istediğim Beatles'ın aptal müziğinin her sabah kendini hatırlatarak hayatımı yönlendirememesiydi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Büyük bir yudum alıyorum buğulu Dimitrakopulo'mdan. Çok tatlı. Bu güzelliğe 'köpeköldüren' demeleri ne büyük kabalık.
Vicdani ikilemlerim beni bırakmıyor. Karanlık isin içerisinde gözlerimi kısmam işe yaramıyor. Gelecekler, hep geldiler.
Tadı çok güzel, çok güzel. Bir piyano ezgisi duyar gibiyim. Bir yudum daha. Kesinlikle Sebastian bu.
Bağırıyorum kendimi anlatmak için. En büyük dileğim karşıdaki kaldırımdan geçen şişko orospu çocuğunun beni anlaması.
Ağlıyor bir şarapçı.
Sol çaprazımda bir gece kulübü var. Lanet olsun, çok soğuk. Ağzı süt kokanların haplandığı aptal bir dört duvar.
Ölüyor bir melek daha. Damarlarım şahidim oluyor.
Bir yudum daha. Ah, Dimitrakopulo; beni hiç bırakma.
Kapatıyorum gözlerimi. Cennet. Çavdar tarlası. Görüyorum kızıla boyanmaya yüz tutmuş güneşin feryadını. Mutluluk benimle. Ah, mutluluk benimle.
Aniden, içime müthiş bir korku saplanıyor.
Açıyorum gözlerimi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Tek istediğim, alarmımın beni yönetmemesiydi.
Beni affet.
Sen de değilsin.
''Beş lira.''
'Siktir git'i temsilen atılan bakışlara alışmaya başlamıştım. Bir zamanlar, hayatımı hala Murphy'nin kanunlarına göre yaşadığım dönemlerde, öfkemi kontrol edemezdim. Tipik erkek egosu.
Eheh.
Yırtık cebimden düşmemesi için iyice açtığım 'Beş Türk Lirası'nı aceleyle çıkarıp uzattım. Artık buğulanmış şişenin içindeki Dimitrakopulo ile aramda engel kalmamıştı. Hayattaki yegane amacı cepten cebe dolaşmak olan 'güçlü' beş liramı düşündüm. Onu özlüyorum.
Çok anlamsız. Bitmek bilmeyen anlamsız gurur parçaları.
Çöküyorum.
Duvar çok soğuk, yırtık montumun arasından giren acımasız hava dalgaları canımı sıkıyor.
Gurur.
Tükürüğün içinden kurtulmaya çalışmayı bırakan karıncanın antenleri gibi, soğuk bir kararlılık... Soğuk kararlılık.
Çok korkunç.
Korkuyorum,
çöküyorum.
Anne, neredesin? Tek istediğim Beatles'ın aptal müziğinin her sabah kendini hatırlatarak hayatımı yönlendirememesiydi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Büyük bir yudum alıyorum buğulu Dimitrakopulo'mdan. Çok tatlı. Bu güzelliğe 'köpeköldüren' demeleri ne büyük kabalık.
Vicdani ikilemlerim beni bırakmıyor. Karanlık isin içerisinde gözlerimi kısmam işe yaramıyor. Gelecekler, hep geldiler.
Tadı çok güzel, çok güzel. Bir piyano ezgisi duyar gibiyim. Bir yudum daha. Kesinlikle Sebastian bu.
Bağırıyorum kendimi anlatmak için. En büyük dileğim karşıdaki kaldırımdan geçen şişko orospu çocuğunun beni anlaması.
Ağlıyor bir şarapçı.
Sol çaprazımda bir gece kulübü var. Lanet olsun, çok soğuk. Ağzı süt kokanların haplandığı aptal bir dört duvar.
Ölüyor bir melek daha. Damarlarım şahidim oluyor.
Bir yudum daha. Ah, Dimitrakopulo; beni hiç bırakma.
Kapatıyorum gözlerimi. Cennet. Çavdar tarlası. Görüyorum kızıla boyanmaya yüz tutmuş güneşin feryadını. Mutluluk benimle. Ah, mutluluk benimle.
Aniden, içime müthiş bir korku saplanıyor.
Açıyorum gözlerimi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Tek istediğim, alarmımın beni yönetmemesiydi.
Beni affet.
2 Ocak 2013 Çarşamba
Zavallı Edward
Aylardan Ocak. Dinliyoruz tüm sokağı hapseden polis arabasının kızgın sirenini. Zonkluyor beynim. Zonkluyor, evet. Karanlığa ufak palet darbeleri gibi etki eden kızgın sirenin mavisi ve kırmızısı fişek gibi geçiyor yanımdan.
Günler geçiyor. Aylar. Yıllar.
Kayıyor ellerimizden gerçeklik. Yaşıyoruz tam olarak yaşamamız gerekeni. Yapamıyoruz! Bulutları yastık yapıp sevişemiyoruz, paylaşamıyoruz orgazmımızı atmosferin en tepesindeki seyircilerle...
Yaşıyoruz.
Tam olarak yaşamamız gerekeni.
Umut var bir de, boynu bükük; en ufak kıvılcımdan alevlenen, yinelenen, acınası 'umut'. Umutları var insanların. Amaçları var.
Sirenlerin güven verici(!) sesleri ve karanlık sokağa kattıkları ufak palet izleri kayboldu.
Edward geldi aklıma. Amaçlar, umutlar ve Edward.
Zavallı Edward.
Lanetli Edward.
İngiltere'nin en yağmurlu, karanlığın yoksullukla seviştiği, sıçanların kuyruklarının en pembe olduğu günlerde doğmuş, Edward Mordrake...
İkiziyle birlikte.
Kafasının arkasındaki, şeytani ikiziyle. Ürpertici, yaşlı bir kadını andıran 'şeytani ikiz', çok kararlıymış.
Çok kararlı.
Günler geçiyor. Aylar. Yıllar.
Kayıyor ellerimizden gerçeklik. Yaşıyoruz tam olarak yaşamamız gerekeni. Yapamıyoruz! Bulutları yastık yapıp sevişemiyoruz, paylaşamıyoruz orgazmımızı atmosferin en tepesindeki seyircilerle...
Yaşıyoruz.
Tam olarak yaşamamız gerekeni.
Umut var bir de, boynu bükük; en ufak kıvılcımdan alevlenen, yinelenen, acınası 'umut'. Umutları var insanların. Amaçları var.
Sirenlerin güven verici(!) sesleri ve karanlık sokağa kattıkları ufak palet izleri kayboldu.
Edward geldi aklıma. Amaçlar, umutlar ve Edward.
Zavallı Edward.
Lanetli Edward.
İngiltere'nin en yağmurlu, karanlığın yoksullukla seviştiği, sıçanların kuyruklarının en pembe olduğu günlerde doğmuş, Edward Mordrake...
İkiziyle birlikte.
Kafasının arkasındaki, şeytani ikiziyle. Ürpertici, yaşlı bir kadını andıran 'şeytani ikiz', çok kararlıymış.
Çok kararlı.
Hiç komik değil.
Komik değilsin, 'şeytani ikiz.'
Ah, Elanora, ah... Pek tabii Napoli'deki yıkık apartman dairesindeki sakat çocuğuna üzülüyorsun. Farklı olduğunu düşünüyor ve senelerdir bunu inkar eden beynine söz geçiremiyorsun. Luca, kahrolası bir özürlü. Bunu kabul edip, Edward'ı hissetmeni dilerdim. Uzun tırnakların en yeni müşterinin üzerinde çok fazla dans etti. Bu işi bu kadar uzun tutmamalısın. Hem, Luca büyüyor. Anlayacaktır.
Hem, Edward Mordrake diye biri geldi bu çöplüğe. Çöplerin en bahtsızı belki de.
Bahtsız olarak gördüğün oğlun, insanoğlunun aptal övüncü 'teknolojiyle' sikik kusurlarını kapatabilir.
Peki ya Edward?
Ah, zavallı Edward...
Yirmi üç yaşındaydı, kendisini cehenneme davet eden ikizine daha fazla dayanamadı.
Öldürüldü.
Kendi elleriyle,
kendi iradesiyle,
'öldürüldü'.
23 Aralık 2012 Pazar
Sadece bir kedi
Yüksek, daha yüksek Mahler! Bak, bak! Tam karşında duruyor işte. Karanlık kanalizasyonun içinde yüzen boklar gibi, pis ve değersiz...
Durgunluğun ve ani patlamaların beni andırıyor Mahler. Birbirimize benziyoruz. Ne kadar aptalca, değil mi? Sikik sıradanlıkla dans ediyoruz. Bu bir ölüm dansı. Bokların yüzdüğü aptal bir kanalizasyonda ölüm dansı, Mahler. Senin ezgilerinin eşliğinde.
Dayanamıyorum Mahler. Dayanamıyorum.
Günler geçiyor, durduramıyorum. Kedi olmak isterdim Charles. Senin gibi. Sadece yemek, uyumak ve kıçımı yalamak. Ah, Charles... Ne müthiş olurdu.
Kaçmak imkansız. Kaçamam. Yüzen boklardan biriyim. Olmak zorundayım! Hayır, üzerime sinekler konmalı. En pisleri benimle olmalı. Mahler, sen ve ezgilerin dünyayı daha çekilebilir kılmıyor. Bu dünya çekilebilir kılınamaz.
Yılbaşı yaklaşıyor değil mi? Yılbaşı. Yılın ilk günü, pek tabii kutlanmalı, kutlanmazsa olmaz! Her sabah zangır zangır kurduğu alarma küfür eden, günün belirli saatlerinde o aptal alarmın sesini değiştirerek yüzüne acınası bir gülümseme konduran bir orospu çocuğu için yılbaşının önemi büyüktür. Sadece yılbaşı değil, pek tabii. Piknikler,bayramlar,önemli(!) gün ve haftalar... Eğlencenin dibine vurma zamanları! Vooooho!
Karanlık. Çok karanlık.
Patronlarının kıçını dolarlarla silmeleri için senelerini vermek zorunda olan insanlar, insanlar.
İnsanlık. Sistem şart, öyle mi baba?
İnsanlık için.
Bir kedi olmak isterdim Charles. Senin gibi. Sadece yemek, uyumak ve kıçımı yalamak.
Sadece bir kedi.
Kravatını bağlarken aynı zamanda sıçmaya çalışan, zamanı kendisine en büyük düşman olarak bellemiş bir ucubenin ölümü kimi ilgilendirecek?
Ailesini. Arkadaşlarını, belki.
Başka?
Hayatı pahasına yetişmeye çalıştığı, kıçını olabildiğince hızlı silmeye çalışacak kadar gerginlik yaratan o aptal işinin patronu nasıl yorumlayacak olası bir ölümü?
''Ödeme zorunluluğunun kalktığı bir sağlık sigortası.''
Bu kadar.
Boş.
Boşluğu yaşamak için geldik.
Boşluğun içinde yok olacağız.
Sadece bir kedi, Charles.
Sadece bir kedi.
Durgunluğun ve ani patlamaların beni andırıyor Mahler. Birbirimize benziyoruz. Ne kadar aptalca, değil mi? Sikik sıradanlıkla dans ediyoruz. Bu bir ölüm dansı. Bokların yüzdüğü aptal bir kanalizasyonda ölüm dansı, Mahler. Senin ezgilerinin eşliğinde.
Dayanamıyorum Mahler. Dayanamıyorum.
Günler geçiyor, durduramıyorum. Kedi olmak isterdim Charles. Senin gibi. Sadece yemek, uyumak ve kıçımı yalamak. Ah, Charles... Ne müthiş olurdu.
Kaçmak imkansız. Kaçamam. Yüzen boklardan biriyim. Olmak zorundayım! Hayır, üzerime sinekler konmalı. En pisleri benimle olmalı. Mahler, sen ve ezgilerin dünyayı daha çekilebilir kılmıyor. Bu dünya çekilebilir kılınamaz.
Yılbaşı yaklaşıyor değil mi? Yılbaşı. Yılın ilk günü, pek tabii kutlanmalı, kutlanmazsa olmaz! Her sabah zangır zangır kurduğu alarma küfür eden, günün belirli saatlerinde o aptal alarmın sesini değiştirerek yüzüne acınası bir gülümseme konduran bir orospu çocuğu için yılbaşının önemi büyüktür. Sadece yılbaşı değil, pek tabii. Piknikler,bayramlar,önemli(!) gün ve haftalar... Eğlencenin dibine vurma zamanları! Vooooho!
Karanlık. Çok karanlık.
Patronlarının kıçını dolarlarla silmeleri için senelerini vermek zorunda olan insanlar, insanlar.
İnsanlık. Sistem şart, öyle mi baba?
İnsanlık için.
Bir kedi olmak isterdim Charles. Senin gibi. Sadece yemek, uyumak ve kıçımı yalamak.
Sadece bir kedi.
Kravatını bağlarken aynı zamanda sıçmaya çalışan, zamanı kendisine en büyük düşman olarak bellemiş bir ucubenin ölümü kimi ilgilendirecek?
Ailesini. Arkadaşlarını, belki.
Başka?
Hayatı pahasına yetişmeye çalıştığı, kıçını olabildiğince hızlı silmeye çalışacak kadar gerginlik yaratan o aptal işinin patronu nasıl yorumlayacak olası bir ölümü?
''Ödeme zorunluluğunun kalktığı bir sağlık sigortası.''
Bu kadar.
Boş.
Boşluğu yaşamak için geldik.
Boşluğun içinde yok olacağız.
Sadece bir kedi, Charles.
Sadece bir kedi.
17 Aralık 2012 Pazartesi
Karanlık masumiyet
Saflık.
Beyazın en derin tonlarında bir iyilik...
Salıncak, rutin 'gel-git' eylemini tekrarlarken; ortaya çıkan yüksek sesli gıcırtı içimi dinlememi kolaylaştırıyor.
Gözlerimi kısıyorum. Dikkatli olmalıyım, dikkat! İçinde bulunduğum bu parkı, en temizlerle; en 'saf' olanlarla' paylaşıyorum.
Çocuklarla.
Gözümün tek bir şeritmiş gibi görünmesini sağlayan ufak kaslarım, yönetimimden azat ediyorlar kendilerini. Büyüyorlar. Ateşler çıkıyor. Ateşler.
Nefret.
'Gücü' rakipsiz, kesinlikle rakipsiz bir şekilde kullanabilen; en azılı, en kararlı duygu.
Nefret.
Güzel yaratılmış şeyler -pek tabii güzel ve çirkin yaratılmış şeyler vardır, pek tabii vardır canım- nefretin daha net hissedilmesi için varoluyorlar. Tek sebebi bu.
'Başladın yine.'
Konuşuyor içimdeki ses. İçimde bir ses olduğu gerçeğini kabullenmem saatlerimi alacak. İçimdeki ses; akıl sağlığımı sorgulamamı sağlayan; ŞARKIMI söylemek için kullandığım yegane ilham kaynağım.
Ufak kıkırdamam kendisini kumların içerisinde kaybetmiş, ağzındaki tükürüklerin hangi rotayı izleyerek saçıldığını zerre umursamayan çocuğun dikkatini çekiyor.
Tek bir bakış.
'Sen, kıkırdayamazsın. Sen çocuk değilsin ki. Bu işte bir terslik var.' bakışı.
HOHOHOHO! Bakışlar konuşabiliyor, evet! Konuşmak için yaratılmış olan yegane organı kullanmadan konuşabilmek gerçekten müthiş bir haz kaynağı...
'Tek yapabildiğin bu. Aptal sosyolojik deneylerin ve çözümsüz sonuçların. Çocuk değilsin. Deli misin? Belki. Özgürlüklerini ellerinde bulunduran iki topluma da dahil değilsin, en azından böyle görünüyor. Toplum senin önünü açmayacak. Kimse senin saçma sosyolojik tespitlerinle ilgilenmiyor.'
Çok konuşuyor.
Şu içimdeki ses. İçimdeki ben.
Göz kaslarım yine iş başındalar. Kısıyorum gözlerimi. Bakıyorum masumiyetin bu salak çocuk parkındaki beyaz yansımasına.
''Ne görüyorsun?''
'Ses'le konuşma sırası bende.
'Masumiyet temsilcileri görüyorum. Korkulardan, sınırlardan, saçma salak hırslardan arındırılmış; saf duygular görüyorum.'
Gülümsedim. ''EVET SALINCAKTAKİ PEMBE YANAKLI ÇOCUĞUN ANNESİ, GÜLÜMSEDİM! KARŞINDAKİ BANKTA KENDİ KENDİNE GÜLÜMSEYEN BİR DELİ VAR. İÇİNDEKİ, FOTOSENTEZ YEMİŞ APTAL BİR BİTKİ GİBİ COŞAN SALAK TEDİRGİNLİĞİNİ HER HÜCREMDE HİSSEDİYORUM.'' nidalarını temsilen keskin bir bakış atıyorum malum 'bayana'.
Anlamıyor gibi.
Hayır hayır, anlamıyor.
İçimdeki ses, o da anlamayacak.
Gülümsemem aniden duruyor. Tiyatral örnekleri anımsıyorum. Aniden gülümseyen ve aniden hüzünlenen ürkütücü paylaçolar. 'Küçükken hep paylaçolardan korkardım' klişesine dahilim. Peh!
''Demek, gördüğün şey en beyazından bir masumiyet, ha? Salıncağın yanındaki kaydırağı görüyor musun? İçinde kayan şu esmer çocuğa bak. Yirmi yıl sonra olası torununu sikip, zamanının 'ilim irfan yuvası'nda seks hikayesi fetişi arkadaşlarına anlatacak. Detaylı detaylı. Abarta abarta. Şuradaki kıza bak, evet; sarışın olan. Yine bundan yirmi-otuz sene sonra üzerine sıçılmasından hoşlanan kaliteli bir koprofil olacak. Masumiyet, ha? Masumiyeti sikeyim. Hiçbir zaman ateist olamayacağım, bunu sen de biliyorsun. Bilmen gerekiyor. Ben Tanrı'ya inanıyorum ve O'ndan nefret ediyorum. Senden de nefret ediyorum. Şuradaki aptal salıncaktan, yürüyüp sikik sisteme dahil olmamızı kolaylaştırmak amacıyla yapılan kaldırımlardan,aptal mutfağımın duvarındaki rezil kaşıktan da nefret ediyorum.''
Bu sefer anlayacak. Anlamalı.
Ellerimin ve saçlarımın buluşmasından ciddi bir 'huzur' dalgası yükseliyor göğe karşı. Yanımdaki yaşlı ağacın üzerime çullanmaya yüz tutmuş dalı 'böyle yapma' dercesine bakıyor bana. Kaldırmış kaşlarını. Suçlu gibi hissetmemi istiyor. Siktir ediyorum. Ağacı, dalları, göz ucuyla kuşku dolu bakışlarını makinalı tüfek gibi yollayan, salıncaktaki aptal, potansiyel koprofil adayının annesini... Müthiş bir güce sahip ruhumu; rezil bir bedene yerleştirerek yapılabilecek en büyük şakayı yapan Tanrı'yı, hepsini. Herkesi.
'Ben gidiyorum' diye bağırıyor Güneş. E git madem.
Ben de giderim. Gideyim madem.
Adiós!
Beyazın en derin tonlarında bir iyilik...
Salıncak, rutin 'gel-git' eylemini tekrarlarken; ortaya çıkan yüksek sesli gıcırtı içimi dinlememi kolaylaştırıyor.
Gözlerimi kısıyorum. Dikkatli olmalıyım, dikkat! İçinde bulunduğum bu parkı, en temizlerle; en 'saf' olanlarla' paylaşıyorum.
Çocuklarla.
Gözümün tek bir şeritmiş gibi görünmesini sağlayan ufak kaslarım, yönetimimden azat ediyorlar kendilerini. Büyüyorlar. Ateşler çıkıyor. Ateşler.
Nefret.
'Gücü' rakipsiz, kesinlikle rakipsiz bir şekilde kullanabilen; en azılı, en kararlı duygu.
Nefret.
Güzel yaratılmış şeyler -pek tabii güzel ve çirkin yaratılmış şeyler vardır, pek tabii vardır canım- nefretin daha net hissedilmesi için varoluyorlar. Tek sebebi bu.
'Başladın yine.'
Konuşuyor içimdeki ses. İçimde bir ses olduğu gerçeğini kabullenmem saatlerimi alacak. İçimdeki ses; akıl sağlığımı sorgulamamı sağlayan; ŞARKIMI söylemek için kullandığım yegane ilham kaynağım.
Ufak kıkırdamam kendisini kumların içerisinde kaybetmiş, ağzındaki tükürüklerin hangi rotayı izleyerek saçıldığını zerre umursamayan çocuğun dikkatini çekiyor.
Tek bir bakış.
'Sen, kıkırdayamazsın. Sen çocuk değilsin ki. Bu işte bir terslik var.' bakışı.
HOHOHOHO! Bakışlar konuşabiliyor, evet! Konuşmak için yaratılmış olan yegane organı kullanmadan konuşabilmek gerçekten müthiş bir haz kaynağı...
'Tek yapabildiğin bu. Aptal sosyolojik deneylerin ve çözümsüz sonuçların. Çocuk değilsin. Deli misin? Belki. Özgürlüklerini ellerinde bulunduran iki topluma da dahil değilsin, en azından böyle görünüyor. Toplum senin önünü açmayacak. Kimse senin saçma sosyolojik tespitlerinle ilgilenmiyor.'
Çok konuşuyor.
Şu içimdeki ses. İçimdeki ben.
Göz kaslarım yine iş başındalar. Kısıyorum gözlerimi. Bakıyorum masumiyetin bu salak çocuk parkındaki beyaz yansımasına.
''Ne görüyorsun?''
'Ses'le konuşma sırası bende.
'Masumiyet temsilcileri görüyorum. Korkulardan, sınırlardan, saçma salak hırslardan arındırılmış; saf duygular görüyorum.'
Gülümsedim. ''EVET SALINCAKTAKİ PEMBE YANAKLI ÇOCUĞUN ANNESİ, GÜLÜMSEDİM! KARŞINDAKİ BANKTA KENDİ KENDİNE GÜLÜMSEYEN BİR DELİ VAR. İÇİNDEKİ, FOTOSENTEZ YEMİŞ APTAL BİR BİTKİ GİBİ COŞAN SALAK TEDİRGİNLİĞİNİ HER HÜCREMDE HİSSEDİYORUM.'' nidalarını temsilen keskin bir bakış atıyorum malum 'bayana'.
Anlamıyor gibi.
Hayır hayır, anlamıyor.
İçimdeki ses, o da anlamayacak.
Gülümsemem aniden duruyor. Tiyatral örnekleri anımsıyorum. Aniden gülümseyen ve aniden hüzünlenen ürkütücü paylaçolar. 'Küçükken hep paylaçolardan korkardım' klişesine dahilim. Peh!
''Demek, gördüğün şey en beyazından bir masumiyet, ha? Salıncağın yanındaki kaydırağı görüyor musun? İçinde kayan şu esmer çocuğa bak. Yirmi yıl sonra olası torununu sikip, zamanının 'ilim irfan yuvası'nda seks hikayesi fetişi arkadaşlarına anlatacak. Detaylı detaylı. Abarta abarta. Şuradaki kıza bak, evet; sarışın olan. Yine bundan yirmi-otuz sene sonra üzerine sıçılmasından hoşlanan kaliteli bir koprofil olacak. Masumiyet, ha? Masumiyeti sikeyim. Hiçbir zaman ateist olamayacağım, bunu sen de biliyorsun. Bilmen gerekiyor. Ben Tanrı'ya inanıyorum ve O'ndan nefret ediyorum. Senden de nefret ediyorum. Şuradaki aptal salıncaktan, yürüyüp sikik sisteme dahil olmamızı kolaylaştırmak amacıyla yapılan kaldırımlardan,aptal mutfağımın duvarındaki rezil kaşıktan da nefret ediyorum.''
Bu sefer anlayacak. Anlamalı.
Ellerimin ve saçlarımın buluşmasından ciddi bir 'huzur' dalgası yükseliyor göğe karşı. Yanımdaki yaşlı ağacın üzerime çullanmaya yüz tutmuş dalı 'böyle yapma' dercesine bakıyor bana. Kaldırmış kaşlarını. Suçlu gibi hissetmemi istiyor. Siktir ediyorum. Ağacı, dalları, göz ucuyla kuşku dolu bakışlarını makinalı tüfek gibi yollayan, salıncaktaki aptal, potansiyel koprofil adayının annesini... Müthiş bir güce sahip ruhumu; rezil bir bedene yerleştirerek yapılabilecek en büyük şakayı yapan Tanrı'yı, hepsini. Herkesi.
'Ben gidiyorum' diye bağırıyor Güneş. E git madem.
Ben de giderim. Gideyim madem.
Adiós!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

