27 Kasım 2012 Salı

Şükür halimize!

Toplumun amansız yarışını izlemek berbat. Grinin en iç karartıcı, en sinsi, en sıkıntılı tonununu sokaklarda yaşamak berr-bat.

Kafamın içindeki zindanları dizginlemek her geçen gün zorlaşıyor.

Şükretmek.

'Şükretmek', adaletsizliği itinayla gizleyen en büyük çakallardan biri. AH! İnanması çok güç. Bu büyük ve etkili sistemi kurmak bu kadar mı kolay olmalıydı? Tek bir hata yaptığı taktirde hayatıyla bile ödeyemeyeceği o 'pahalı' takım elbiseyi ütüleyen Maria'nın 'şükretmesini' sağlamak bu kadar kolay mı olmalıydı?

Bak, baksana! En pahalısından bir saat, en 'EN ZENGİN BENİM!'inden bir takım elbise... Bıyığının ardından gülümsüyor. Ellerini ovuşturuyor. BAŞARDIK, diyor. BAŞARDIK!

Uyuttuk.

Çok kolay oldu.

Zindanlar çok garip geliyor bana artık. Başa çıkmak çok zor. Çıkış yolunu biliyor gibiyim; kurtarıcı ışığın bir buklesi bana gülümsüyor. Çağırıyor beni. Gitmeli miyim?

Bir kurşun:

Benim için.

Bin kurşun:

Sizin için.

Haliniz keyfiniz nasıl, Halime Teyze?

HAMDOLSUN EVLADIM, ŞÜKÜR HALİMİZE.

Şükür halinize.

Şükredin halinize.

Daha kötüleri de var sonuçta. Daha kötü de olabilirdi.

İhih.

Üniversite kazan, memur ol, hayatının elli senesini ver; müthiş kolaylık sağlayan(!) banka kredilerinen çek; belki bir evin ve bir araban olur.

Şanslıysan eski kasa bir BMW bile alabilirsin.

Şanslıysan, şerefli bir şekilde ölebilirsin.

Şükretmeye devam yüce halk!

Ovuşturulan elleri, saraylardaki orgazmik çığlıkları, açlıktan ölenleri, adaletsizliği; görme.

Şükret.

23 Kasım 2012 Cuma

Din

Din, hayatlarını diledikleri gibi, hayal ettikleri gibi yaşayamayanlar için bir avuntu; liderler ve gücü elinde bulunduranlar için müthiş bir kontrol mekanizmasıdır. Üzerinde yaşadıkları dünyada istediklerini elde edemediklerinden doğan çeşitli duygular; insanları 'diğer dünya' fikrine ve Tanrı adaletine inanma yoluna iter.

Liderler de ellerini avuşturarak izlerler bu manzarayı. Tam da burada, ünlü kumandan Napoléon'dan bir alıntı yapmam gerektiğini hissettim:


''Din sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir şeydir.''


İnsanların din inancını besleyen olgulardan biri de, kuşkusuz, 'korku'dur. Ekonomik yeterlilik ve entellektüel seviye korkunun dozajını belirler.


Korkunun dozajının yüksek olduğu bir ülkede yaşıyorum.


Toplumu yönetilmeye en uygun kıvama getirmeye yarayan bu olgu, aynı zamanda kişilerin özgürlüklerini sorgulamalarını da sağlamış ve aptalca sonuçlar ortaya çıkarmıştır.


Özgürlüklerini 'din' imgesiyle kilit altına alan bireyler, yaratılışları hakkında biraz düşünebilseler; 'din' boyundurluğuna ihtiyaçları olmadığını anlayacaklardır. 


Korkuyu aşmak, toplum bilincini arttırmak, insanların elinden ekonomik sorunları alarak; ufak beyinlerde gerçekten düşünülmesi gereken fikirler için yer açmak kolay değil.


Kolay değil.


Zor.


''Gerçekçi olalım, imkansızı isteyelim.''

-Ernesto Che Guvera

Kadıköyretmenler günü.

İnsanın kendiyle verdiği savaşlar zaman zaman sıkıntılı boyutlara ulaşabiliyor. Hayatı ruhsuz ve mutsuz bir şekilde; yağmurlu bir havada ısınmaya çalışan,paslanmış rayların üzerinde büyük bir tecrübe ve bıkkınlıkla ilerleyen yaşlı trenin içindeki insanların arasından izlemek çok garip.

Garip, çekici, sıkıcı.


Bu kaçıncı esnemem kestiremiyorum. Neden esnerken ağzımı kapatmak zorundayım? Neden her esnediğimde ölümün soğuk kollarına bir adım daha yaklaştığımı hissediyorum?


Gerçekten soğuk.


Gerçek soğuk.


Yanağım iz tutmuştur bile, kolumdaki iddaalı fermuarı yeni fark ettim.


Savaşlar diyorduk; savaşlar sıkıntılı olabiliyor.


Yaşlı tren, senelerin verdiği tecrübesiyle; gürültülü bir sesle yavaşlamaya başlıyor. Homurdanıyor gibi. Hüznünü trendeki insanlarla paylaşmaktan çekinmeyen kirli cam, 'dikkat' diyor bana; 'dikkat, ıslanacaksın'.


Gözüme sokarcasına gösteriyor, kendisini yavaş yavaş ele geçirmeye başlayan yağmur damlalarını.


Çat!


Kapılar açılıyor, insanlar dışarı fırlıyor. Hızlı,sabırsız adımlar. Sistem onları çağırıyor. Kazanmalılar, hızlı olmalılar, üretmeliler.


Herkes rakip, herkes düşman!


Para; tek ve mutlak güç.


Zaman; hedefe -paraya- ulaşmak için en önemli yoldaş.


Koşmalılar, herkesi geçmeliler. Pas bağlamış kapılardan en en önce geçen kendileri olmalı.


Yaşlı trene ufak bir gülümseme hediye edip, atlıyorum aşağıya. Üzerimdeki tanıdık yağmurluk, eski dostlarıyla kavuşmanın heyecanını yaşıyor.


Ben yaşamıyorum.


Damlaları yüzüme yüzüme çarpan rüzgar yağmurluğumun heyecanını paylaşıyor gibi.


Mutlular.


Mutlu olmayanlar da var.


Ben gibi.


Kadıköy gibi.


Uğruna insanları sayısız tartışmaya iten Haydarpaşa Garı birikim dolu kibriyle gülümsüyor bana. 'Hoşgeldin' diyor.


Ufak bir bakışla karşılık veriyorum. Ufak bir bakış, senelerdir spot ışıklarını üzerine çeken bir yapı için yetersiz bir selam.


Yeterlilik.


Kadıköy için yeterli miyim?


Sokaklar çok karanlık. Her zamanki gibi.


İnmiş kepenkler, dönercilerin soğuk, isli havaya karışan nefeslerinin soğuğu ve açlığı umursamayarak dans eden ufak çingene kızın ahengi...


Çantalarını omuzlarına atmış; 'ÜNİVERSİTE OKU!' fikrini, gerçeğini, önerimini, acizliğini kafalarına takmış iki tane öğrenci geçiyor. İki saat önce girdikleri testin sonuçlarını konuşuyorlar.


Netler.


Doğrular.


Yanlışlar.


Öğretmenler.


Ahah, öğretmenler. Bugün öğretmenler günü. Bugün, görev tanımlarını kendileri yazan, mesleklerinin geleceğini egolarından doğan yamuk çizgilerle çizenlerin günü.


Bugün, sistemin 'ÜNİVERSİTE OKU' bilinçaltı mesajını uygulamaya dökme noktasındaki en önemli askerlerin günü.


İhihihi. Çok güzel eğitiliyoruz. Çok güzel eğitiyorlar.


Öğretmenlik! Ne boş bir meslek(!). Çok zor, dadılık gibi!


Dadılık.


Kendi kurdukları aptal kısır döngüyü köleleri olarak gördükleri öğrencileri kullanarak eleştiren bir grup 'acizlik' örneği. Öğretmenler.


Öğretmenler gününüz kutlu olsun.


Pek tabii, Atatürk'ün çizdiği 'öğretmenlik' tanımını uygulamaya dökmek için uğraşan; hatta bunu başaran bir azınlık da var. Ellerinden öperim onların.


Karanlık Kadıköy'e çok yakışıyor. Balık pazarının ışıltısı, nereden geldiği belli olmayan o rutin elektrogitar ezgisi, ufak; sıcak kahveler. Kadıköy güzel.


Yalınlığıyla güzel.


İçindekilerle, değil.









19 Kasım 2012 Pazartesi

5 Kasım

Hırs.

Devletlerin bile birbirlerine karşı hırslı oldukları bir dünya.

Güzel, iyilik dolu, gelişmekte olan, her türlü negatif güçten arınmış; o güzel dünya.

Eheh.

İkinci Dünya Savaşı gibi büyük bir katliamdan sonra bile birbirlerine karşı tuttukları kin ve hırs ateşini söndüremeyen devletler; fikirlerin ve özgürlüklerin kontrol altında tutulması gerektiğine karar verdiler.

Karar verdiler ve yaptılar.

Bu kadar.

Özgürlüklerini isteyen, farklı düşünce yapılarını benimsemek isteyen, araştıran, sorgulayan 'tehlikeleri' sindirmek için bir sürü 'otorite yandaşı' kararlar alındı; örgütler kuruldu.

Çok önceden beri var bu. Nam-ı değer Korkunç Ivan'ın kurduğu opricniki örgütü, eskiden sarı olduğunu ele veren beyaz sakallı rus 'dedelerin' dillerindedir hala.

Tüm bu pisliğin içinde, birilerinin çıkıp ''BUNLAR KÖTÜ! BUNLAR PİS!'' diye bağırması pek tabii bir şeyleri değiştirmeye, devlet gibi güçlü bir otoriteyi sarsmaya yetmiyordu. Sistem varsa; herkes sitemin içindeydi. Ve herkes sistemin içindeyse; herkes düşmandı.





Peki, ne oldu?

5 Kasım'da ne oldu?

Guy Fawkes diye bir adam doğdu. Güneş gibi doğup, güneş gibi battı. Ünlü protestan İngiliz kralı I. James'in halkı ne denli ezdiğini, otoritenin gücünün İngiltere'yi bir pirana sürüsü gibi yavaş yavaş, ufak ufak ele geçirdiğini gördü.

Gördü.

Uzun yıllardır -özellikle demokrasinin müthiş örneği(!) Türkiye Cumhuriyeti'nde- görülemeyen bir eylemi gerçekleştirdi:


Gördü.

Gördü ve düşündü. Yapılması gerekeni bulması kolay olmadı. Kendisi gibi düşündüğüne inandığı arkadaşlarıyla yılın her kasım ayında toplantılar düzenledi ve ortaya bir sonuç çıkardı.


Sözde adaletin simgesini, otoritenin gücünün dünya üzerindeki boyalı görüntüsünü; meş-hur Parlamento Binası'nı havaya uçurmak.




Tarihin akışını değiştirmek üzere, hayat tarafından
görevlendirilmiş her insanın, işlerini ters götürmeye zorlayan 'sırtlanlar' vardır. Bu sırtlanlar içinde en sevmediğim Ernesto'yu ele verendir.Guy Fawkes'i de, patlamadan sadece bir gün önce; dostu olarak görüp planından büyük bir ferahlıkla bahsettiği bir 'sırtlan' gambazlamıştır.

Fawkes büyük işkencelere görerek, patlamayı planlayan dostlarının isimlerini birer birer vermiş ve 1606'da tüm İngiltere halkının önünde asılarak idam edilmiştir.

Çoğu tarihçi tarafından Guy Fawkes'in parlamento planı 'dini' bir olay olarak görülse de, bu doğruluk payı yüksek 'tez'; planın anarşizmi beslediğini ve büyük bir ilham kaynağı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

İngilizlerin her sene çeşitli eğlenceler katarak kutladığı 5 Kasım günü, ben ve benim gibi düşünen insanlar için karanlık bir gündür.

Başarısızlığın içindeki ışığı görme günüdür.






17 Kasım 2012 Cumartesi

Général de la chambre *yazı denemesi


Klasik barok stilini yansıtmasına rağmen doğu akdeniz havasına da sahip olan yatak odası, olması gerektiği gibi şatafatlıdır. Odanın tam ortasında duran yatak, hemen önündeki iki geniş pencere sayesinde iç açıcı bir deniz manzarasına sahiptir.Yatağın tam ortada olmasının nedeni olan silah dolabı yatağın hemen arkasında, duvara gömülmüş durumdadır. İçinde onur payı olarak Alexandre'ye verilen değişik silahlar bulunmaktadır ve dolabın anahtarı sadece iki kişide bulunur.Odada belirgin olarak altın rengi ve kırmızı kullanılmıştır. Sadece gerekli olan eşyalar kullanılmıştır ve saray ihtişamı bu odada diğer odalara göre daha az kendini belli eder.

"Ya siz bu konuda ne düşünüyorsunuz Madam de Louis?"



 Adı geçen Madam dalgınlığının esiri olmuş, önünde oturduğu pencereden dışarı seyrederken aniden gelen soru karşısında bir an için cevapsız kalmıştı. Son yarım saattir yanında oturan hanımları dinlediği söylenemezdi. Kendine tam karşısındaki geniş koltuğa kurulmuş olan, saray nedimesinin acaba ona ne sormuş olabileceğini bulmak için bir iki saniye avans tanıdı. En sonunda muhtemelen saraya yeni gelen, genç nedime hakkında konuşuyordu. Bu düşünce elinin hemen altındaki ince örtüyü sıkmasına neden olmuştu. Adelaide de Louis her yere uyum sağlayabilirdi. Karakterini istediği gibi yönlendirmek onun için hiçbir zaman sorun olmamıştı ancak dedikoducu biri gibi davranmayı asla becerememişti. Bunun kötü bir günah olduğunu öğretmişlerdi ona ve her ne kadar pek dindar olmasa da-artık kim kaldı ki öyle- bu konuda din adamlarına inanıyordu. Bu nedenle onunla aynı eğitimden geçmiş insanların bu kadar rezil davranışlar sergilemesine tahammül edemiyordu. Kahverengi gözlerini yavaşça kapatıp açtı. Bu onu tanıyanlar için sadece bir işaretti; kızdığının işareti. Başını pencere tarafından sesin geldiği yöne yavaşça çevirdi. Yüzünü aşırı derecede pudralamış olan tombul nedime, meşhur komutanın sessiz eşinin açığını yakalamış olmanın vermiş olduğu mutlulukla gülümsüyordu. Ancak biraz erken davranmıştı. Bedenini oturduğu pek geniş sayılamayacak koltukta hareket ettirdikten sonra, bütün gözlerin ona çevrilmiş olduğunu gördü. Herkes ne diyeceğini merak ediyordu. Bunun nedeni belliydi; Adelaide saray içinde bulunan en sessiz kadınlardan biriydi. Her zaman gerekli olduğu yerde konuşurdu ve kimse onun yanlış sayılabilecek en küçük hatasını bile yakalayamamıştı. Birçok nedime onun gizli sandığına girebilmek için can atıyordu ama bu zeki kadın hiçbirine yanaşmamıştı. Hatta elinden gelse Kraliçe ve Kral dışında kimseyle konuşmayacaktı. Ancak saray ona bu hakkı tanımıyordu. Daha önce birçok kez ona yakın olmaya çalışan ama bir türlü başarılı olamayan Marie adlı bu nedimenin ona nedensiz bir şekilde diş bilediğini ve bu soruyu da onun dalgın olduğunu bildiği için sorduğu aşinaydı. İnce ellerini, koyu kahverengi etekliğinin üzerinde birleştirerek ondan beklenen cevabı verdi. Ancak bu pek de saray usulü bir cevap olmamıştı;

“ Bu konu hakkında düşüncem şu Matmazel Gervais; Siz ya aşırı derecede kıskanç bir kadınsınız ya da ben oldukça aptalım. Çünkü Matmazel Chareaux’un daha yeni gelmiş ve saray adetlerini bizim kadar iyi bilmemesine rağmen, almış olduğu aile terbiyesi sayesinde son derece hoş ve zarif hareket ettiğini düşünüyorum. Bence eğitimin sonunda son derece iyi bir nedime olacak. Onun hakkında neden bu kadar önyargılı olduğunuzu açıklamanız mümkün mü acaba? ” 

 Matmazel Gervais yüzündeki beyaz pudranın bile saklayamadığı kadar kızarmıştı. Adelaide en sonunda içinden geldiği gibi cevap vermenin mutluluğuyla önünde duran bademli kurabiyelerden birinden ufak bir ısırık aldı. Saray gelenekleri doğrultusunda yaşamak demek insanlara her an kırılabilecekmiş kadar nazik davranmak demektir. Kelimeleri uzatarak, saray usulüne uygun şekilde dolayarak anlatmak zorundasınızdır. Hayatı boyunca en sevmediği şeylerin başında gelen yapmacıklık ne yazık ki burada yüzüne takması gerektiği bir maskeydi Adelaide’ın. Ancak maskelerin de hava alması gerekirdi. Sadece Alexandre’nin yanında kendisi olabiliyordu burada. Bir an onu görebilmek için delicesine bir istek duydu. Geceyi beklemek her zamankinden daha zor gelecekti ona. Aslında şimdi de akşam sayılırdı ama birden kendisini hissettiren özlem yüzünden zamanın kumları ona ıslakmış gibi geliyordu, hareket etmiyordu. Badem biçimli gözleri Marie’nin yanında getirdiği diğer nedimelerin şaşkınlıktan açılmış ağızlarına kaydığında fazla ileri gidip gitmediği düşündü. Sonuçta doğallığı tercih etse de, bu ani içtenliği sarayda dedikodu olarak ona geri dönebilirdi. Bir an için dediklerini yumuşatmak adına ağzını açacakken, hemen az ilerisinde oturan ve odaya geldiğinden beri hiç konuşmamış olan bir nedime söz aldı. “Evet, Matmazel cevabınızı bekliyoruz. Madam de Louis çok güzel bir noktaya değindi.” Matmazel Gervais’in pek konuşacak hali yoktu. Nefret ettiği genç kadın tarafından aşağılanmış olmanın utancıyla öylece oturuyordu. Nedimenin sorusunu duyunca ela gözleri iri iri açıldı. Adelaide kaçacak yeri kalmadı, diye düşünüyordu. Cevap vermek zorundaydı. İster istemez genç kadının kuyusunu kazmıştı galiba. Ancak pişmanlık duyduğu söylenemezdi. Kavuşturduğu ellerini çözüp, sol kolunu gevşekçe yere bırakarak kendine rahat bir pozisyon elde etmişti. Çehresinde soğuk bir tebessüm belirirken zaferin kendisine ait olduğunu biliyordu. Yavaşça yerinde doğrulup, bir türlü bitiremediği kurabiyesine uzanacakken, duyduğu tıklama sesi ile kaşları çatıldı. Bu kimdi şimdi? Bu saatte gelebilecek biri yoktu ziyaretçi listesinde. Ancak… Adelaide’in bedeni o anda mutlulukla dolmuştu. Beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden fırlarken, yüzündeki neşeyi saklamak adına büyük bir çaba sarf etti ve başarılı da oldu. En az biraz önceki kadar soğuk gülümseme ile nedimelere seslendi.


- Hanımlar bugün burada olduğunuz çok teşekkür ederim. –Yalan- Beni burada tek başına olmak sıkıntısından kurtardınız. –Daha da büyük bir yalan- Bunu en yakın zamanda tekrar etmeliyiz – Burnun biraz daha uzayamaz herhalde Adelaide- Ancak bugünü sonlandırmamız gerekiyor. Saat çok geç oldu. 
Çevik adımlarla, hemen karşısındaki beyaz kapıya yöneldi ve kristal tokmağı sertçe çevirdi. Kapıdan çıkmadan önce artık gitmeleri gerektiğini bilen ve hızlıca toparlanan nedimelere yol verdi. Marie Gervais’in kapıdan en son çıkarken gözlerinden saklamaya çalıştığı nefreti gün gibi okuyabiliyordu Adelaide. Ancak pek de umurunda değil. Bugünün de sona erdiğini bilmenin mutluluğu tarif edemezdi. Oturma odasında artık kimse kalmadığında, hızlıca kapıyı kapattı. Az önce bedeninde dolaşmaya başlayan mutluluk şimdi daha da artmıştı. Parmak uçlarına adeta sekerek, sol çaprazında duran odanın kapısının önüne geldi. Gereksiz olduğunu bildiği halde üzerindeki etekliği ve korsesini son bir defa kontrol ettikten sonra içeri girdi. Yatağın üzerine oturmuş, yorgunluğunu az da olsa belli eden bir gülümsemeyle ona bakan genç adamın yakışıklı yüzüne baktı. Bütün hayatının rotasını onun yüzünden çevirmişti ve her şeye rağmen, sadece onun yüzünü görmek bile pişmanlıklarını siliyordu. Bir saniye ama sadece bir saniyeliğine yaşlı bir adamın gözleri aklına geldiğine başını iki yana salladı. Şu anda bunları düşünmek yersizdi. Gözlerindeki ışıltıyı saklama gereği duymadan genç adamın dizlerinin dibine çöktü. 

“Seni bilmiyorum Alexandre ama bence nedimelerle uğraşmak da en az düşmanla savaşmak kadar zor. Ayrıca çok yorgun görünüyorsun.” 

***


Sarayın kapısında beliren silüet , Karanlık Santétein Sokağı'ndaki silüetin aynısıydı. Muhafızların hareketlerindeki hızlılık çok rahat belli oluyordu. Büyük , altın kaplama kapı büyük bir gürültüyle daha yarısına kadar açılmamışken , atlı hiç durmadan kapıdan içeri girdi. Atlının saraya girerken vermediği selam , kapıda bulunan rütbeli askerin dikkatini çekmişti. Arkasından ekşi bir surat ifadesi ile bakması , bunu da çok iyi kanıtlıyordu.



Atlı , arkada bulunan çantasını hızlıca sırtına aldıktan sonra atından hızlıca iniverdi. Ata doğru koşan muhafızlar hızlıca atı alıp bir köşeye çekti. Sarayın büyük mermerlerinden ikişer ikişer çıkan çantalı adam , yanaklarını kapatan saçlarını eliyle arkasına atıp muhafızlara sert bir bakış attıktan sonra, muhafızların daha önceden açtığı altın kaplamalı kapıdan hızlıca içeri girdi. Sarayın girişi mermer ağırlıktaydı. Sol tarafta ve sağ tarafta asma kattan dönerek gelen merdivenler mevcuttu. Son derece aydınlık bu holde bulunan genç adam gözlerini hafifçe kısıp yan taraftaki kapıya yöneldi. Aydınlık ortamlarla arasının pek iyi olmadığı belli olan adamın bu kapıdan açılan koridora girdiğinde yüzünde oluşan ifade , karanlığın onun için daha iyi olduğunu belli ediyordu.



Koridorun öbür ucundan görülen bu siluet , karanlığa bata çıka ilerliyordu. Her bir pencerenin önünden geçerken yüzüne yansıyan ışık , adamın yüzündeki keskin hatları belli ediyordu. Adam , çantasını eline alıp içindeki notu çıkarırken bir yandan da her 10 metrede bir duran muhafızlara göz ucuyla bakıyordu. Koridorun öbür ucundaki büyük kapıda hareketlilik görülüyordu. Muhafızlardan uzun boylu olanı hızlıca generalin odasına girerken , onların bir sıra önündeki muhafızın kucağına çantasını hızlıca tutuşturan adamın yüzünde , amacına yaklaşmanın verdiği hafif bir rahatlık ifadesi görülüyordu.


***

“Emredersiniz efendim!”

 Yaşamın insanlığa sunduğu hediyelerden biri de, kuşkusuz Buzyeli gibi bir canlıdır.Beyaz tüylerinin arasındaki mavimsi lekeler güçlü beygiri sanki buzuldan yapılmış gibi gösteriyordu.Evet, bu at tam Alexandre'ın istediği gibiydi.Elini beygirin boynunda hafifçe gezdirirken, karşısındaki ordunun düzene geçmesini bekliyordu.Aslında bu işin bu kadar uzun sürmesi ilginçti.General, ordunun iki dakika içinde düzene geçmesini istemiş, lakin verdiği süre dolmasına rağmen ordudaki bazı süvariler hala dağınık görünüyordu.Alexandre, Buzyeli'ni hafifçe dürttü ve ön sıradaki askere doğru ilerlemeye başladı.Askerin gözleri, olması gerektiği gibi sabit bir noktaya bakıyordu.Fakat yanağından akan tuzlu teri,demir oymalı miğferi bile kapatamıyordu.Hissettiği duyguları algılamak zor değildi; heyecan,korku,sabırsızlık.Ayağıyla Buzyeli'ne hafifçe dokundu ve durdular.Acemi askerin üzerindeki çelik zırh,adamın titremesinden dolayı küçük sesler çıkartmaya başlamıştı.Alexandre, adamı biraz rahatlatmak için yüzüne bir gülümseme kondurdu ve tok bir sesle konuşmaya başladı.


“Yüzbaşına, sizi düzene sokması için tam olarak iki dakika verdim.Lakin siz bu süreyi geçtiniz, hem de çok geçtiniz.Şimdi, seni mi cezalandırmalıyım yoksa yüzbaşıyı mı?”


 Askerin çaresizliğine bir dem daha serptiği için mutluydu.Her zaman insanların zor durumda nasıl bir yol izlemeyi seçeceklerini merak etmişti.İnsan zekası, yolunda gitmeyen olaylardan kurtulmak için çok hızlı düşünmek ve çözüm yolları bulmak zorundaydı.Acemi asker de muhtemelen bunu yapıyordu.Suçu ya kendi üstlenecekti, ya da emrinde olduğu yüzbaşısına atacaktı.Alexandre askerin konuşmak için ağzını açtığını gördüğünde gözlerini kıstı.


“Suçlu..suçlu benim efendim!”


 Bu durumda, bu kadar kalın ve düzgün konuşacağı tahmininin dışındaydı.Başını sertçe salladı ve Buzyeli'nin sağ tarafına astığı miğferini kafasına geçirdi.Miğferi kafasında sabitledikten sonra, Buzyeli hareketlendi ve yüzbaşının önüne kadar yürüdü.Alexandre yüzbaşının yüzüne bakmadan, hızlı ama güçlü bir ses tonuyla konuşmaya başladı.


“Bugün kimse cezalandırılmayacak.Lakin bir daha bu orduyu böyle görürsem, ölürsünüz yüzbaşı.Şimdi çalışmak için önünüzde kısa bir süre var.Umarım kendinizi seviyorsunuzdur.”


 Yüzbaşı esas duruşa geçip selam verince, Alexandre Buzyeli'nin yelesini hafifçe çekti.Beygir, hızın anlamını bir kez daha gösterirken, Alex gülümsedi.


...


 Yeniden saraya geldiği için mutluydu.Askeri teftiş her zamanki gibi yorucu geçmişti.Kralla olan toplantılarından sonra, önünde bundan çok daha yorucu bir maraton olduğunu biliyordu.Ruh ikizi,sevgilisi,karısı,arkadaşı Adelaide olmasaydı bu kadar yükün altından kalkması çok zor olurdu.Fransa tarihindeki en genç general olduğu için her zaman sert olmak zorundaydı.Kralın kendisine verdiği bu soylu görevi en iyi şekilde gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa yapacaktı.Muhafızlar Buzyeli'ni ahıra götürürken,Alex Élysée Sarayı'nın görkemli basamaklarından çıkıyordu.Uzun bir yürüyüşten sonra odasına gelebilmişti.İçeri girdiğinde oturma odasında bir telaş hisseti.Buna aldırmadan yatak odasına yöneldi ve kendini hızlıca yatağa bıraktı.Üzerindeki sert sırhı çözmeye çalışırken, odaya Adelaide girdi.


“Seni bilmiyorum Alexandre ama bence nedimelerle uğraşmak da en az düşmanla savaşmak kadar zor. Ayrıca çok yorgun görünüyorsun.” 


Alexandre gülümsedi ve dizlerinin önüne çöken kadına doğru eğildi.Dudağına bir öpücük kondurduktan sonra doğruldu ve üzerindeki zırhı çıkartıp kenara koydu.Elleriyle uzun saçlarını geriye attı ve yüzüne tekrar bir gülümseme kondurdu.


“Nedimeler,ha? Hmm.İstersen rolumuzu değiştirebiliriz, sen düşmanla savaş, ben de nedimelerle uğraşayım.”


 Alex, Adelaide'i tam kollarının arasına alacakken, kapının vurulduğunu duydu.Hızlıca oturduğu yerden kalktı ve kapıya doğru yöneldi.Kuzeni teğmen Florus'un gülümseyerek kendisine doğru geldiğini görünce, Adelaide'e döndü ve dudağını büktü.Daha sonra tekrar kuzenine döndü ve hafifçe gülümsedi.

***
Mavi gözleri, zırhını çıkartmaya uğraşan genç adama takılmıştı. Onu gördüğü ilk andan beri duyduğu hayranlık yerleşmişti gözlerine. Adelaide de Louis, eşine aşıktı. Hiçbir zaman hiçbir engeli tanımayan,önüne çıkan her engeli ezip geçen türden bir aşkla bağlıydı ona. Hani genç kızların çok sevdiği ve okurken içten içe arzuladıkları o tutkulu aşk var ya, işte ona kapılmıştı. Asla sönmüyordu duyduğu tutku, aksine her gün körükleniyordu sanki. Her gün yeni bir şey ekleniyordu kalbine, duygularına. Hiç aşık olmamıştı daha önce, şimdi de en yoğun haliyle yaşıyordu. Küçük bir iç çekişten sonra yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. Bedenini yavaşça yaklaştırdı genç adamın dizlerine.  Alexandre kırmızı dudaklarına uzandığında ise bu ani saldırının etkisiyle bedeni hafifçe sallanırken, gözlerinin kapandığını hayal meyal hissetti. Küçük bir pençe karnını çizerken, hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir duygunun esiri olmuştu bile. İşte bunu bir tek o yapabiliyordu, bir tek o küçük bir öpücük bile Adelaide'ın bütün kontrolünü alıp götürmüştü. Ona daha yaklaşabilmek adına dizlerinin üzerinde doğruldu. Küçük bir öpücüğün ardından ondan ayrılan Alexandre'ye karşı aniden bir öfke duyarken, o konuşmaya başlayınca sönmüştü. Bir savaşçıya ait olamayacak kadar ince, hoş görünümlü elleri onun koyu renkli saçlarının arasında dolaşıyordu.

“Nedimeler,ha? Hmm.İstersen rolumuzu değiştirebiliriz, sen düşmanla savaş, ben de nedimelerle uğraşayım.”


 Adelaide bu teklif karşısında, dudaklarına aniden yerleşen gülümsemeyi ve küçük bir kahkahayı tutma gereği duymadı."Seni nedimelerin arasında düşünemiyorum Alexandre. Özellikle de zırhınla. Üstelik sana pek bana davrandıkları gibi de davranmayacaklardır." Alexandre muhtemelen Adelaide'ın ne demek istediğini anlamıştı. Genç kadın demek istediklerini çok az kelimeyle ifade edebiliyordu ona karşı. Mavi gözleriyle genç adama baktığında ise gördüğü şey kalbinin bir kere daha hızlanmasına neden oldı. Onu görebileceği her haliyle görmüştü ; savaşırken, uyurken, çalışırken, gerginken, mutluyken, çileden çıkartılmışken... Ama en çok da bu halini seviyordu galiba. Bir göl kadar sakin ve rahatken. Belki de en çok bu zamanlarda kendisi oluyordu ya da o öyle düşünüyordu. Çehresinde oldukça yumuşak bir gülümseme belirirken artık yerden kalkabileceğini düşündü. Onunla bir seviyede olmak istiyordu yavaşça yerinden kalkmaya çalışırken, başının belası eteği bacaklarına dolanıyordu. Ah, keşke Portekiz'de olduğu gibi ince bir tunikle dolaşabilseydi! Bir an için sarayın hala alışamadığı ihtişamını yansıtan vazoların, heykellerin ve bol pudra sürülmüş suratlarıyla dolaşan nedimelerin arasında eskisi gibi dolaştığı hayali geldi aklına. Mavi gözlerinde ani bir ışıltı belirirken, Alexandre onu kollarının arasında yükseltmeye çalışıyordu. Yaşamaya doyamadığı o heyecan tekrar alevlenirken, vurulan kapıya küçükken gizlice öğrendiği bütün güzel(!) sözleri sıralarken, içeri giren Florus'u görünce gözlerini devirdi. Alexandre hakkındaki her şeyi seviyordu, gerçekten. Ancak kuzeninin zamanlamalarından pek hoşlandığı söylenemezdi. *Harika zamanlama Florus, ee sırada ne var?* Alexandre ona bakıp dudağını büktüğünde, sağ elini dudaklarına götürdü. Bir süredir hissetmediği bacaklarını, kalktığı anda karıncalar istila ederken, yatağına oturdu. Genç kadın mavi gözlerini Florus'a çevirmişti. Sesindeki çatlaklar onun sözcüklerinin amacıyla alakası bile olmadığını belli ediyordu ;


-Umarım buraya kocamı elimden almaya gelmemişsindir Florus. Senin için pek hayırlı olmaz.


27 Temmuz 2010


Pierré *yazı denemesi


Sisli Göl'e tepeden bakan yüksek kayaların gerisinden buz gibi bir rüzgar esiyordu.Dünyanın bu tarafını ısıtmaya gönülsüzmüş gibi,güneş,rengini daha soluk gösteriyordu buraya.Kasvetli ve iç sıkıcı karanlık,Sisli Göl'e çökmeye koyulmuş,karanlık derinleşmeye başlamıştı artık. 

İnsanlığın, kısa ömürleri boyunca eşine rastlamadıkları bir kötülük,en cesurunu bile vücudundaki kinle sindiren,çökmekte olan karanlıkla birlikte sessiz bir uykuya gömülmüştü.Evet,Subcomandante'nin ölümünün üzerinden yıllar geçmiş olsa bile,ahmak insanların ufak akıllarından çıkmıyordu o meşhur,korkutucu, ''öldürücü'' karanlık silüet. 


Karanlık, güneşin eşsiz aydınlığına dayanamamış,tam ortasından delinmiş ve yok mu olmuştu peki? 


Belki. 


Belki, bir süre için gerçekten de böyle oldu. 


Fakat unutulmamalıdır ki, güneş her zaman en tepede olmaz.Belli bir saat sonra güneş usul bir kedi gibi uykusuna çekilir, karanlık eşsiz bir hevesle her yeri kaplar. 


Paris'in kasvetli akşamlarından biri daha canlanıyordu usul usul.Lâkin,bu kez canlanan sadece karanlık değil,yazgısı karanlığın elinde olan bir erkek çocuktu.Annenin, yorgun vücudunu son gücüyle bir kez daha kasmasını sağlayan en büyük etken,karnının ucunda gördüğü iki ayak ve küçük parmaklardı. 


Yeni doğan bebeklerin ağlayan,şirin,yapmacık suratlarında olmayan bir şeyler vardı bu oğlanda... Kaşlarını çatmış gibiydi, gözlerinden adeta alevler çıkıyordu.Şifacılar görme yetilerinin hala düzgün çalışıp çalışmadığını anlamak için gözlerini sıkıca kırptılar,fakat değişen birşey olmadı. 


Farklı bir şey vardı. 


***


Pierré,gözlerini hafifçe kıstı ve gölün muazzam dinginliğini hayranlık içinde izlemeye başladı.Suyun durgunluğuna karşın,kasvetli karanlık artık tüm gücünü büyücülere sergiliyordu.Esen özgür rüzgar,siyah pelerini uçurmaya başlamıştı bile.İçlerinde bir şey okunmayan,ama bu boşluğun ardında insana bir şiddet ve tutku evreni hayal ettiren gözlere özgü birşeyler vardı bakışlarında.Dudaklarını ıslattı ve rüzgarın dağıttığı saçlarını toplayıp,kapşonunu kafasına geçirdi.Birkaç adım attıktan sonra karanlığın içinde kayboldu. 


Yeniden başlamasına çok az kalmıştı. 


Yeniden,daha kuvvetli. 


Üstelik bu sefer lider çok daha genç biri olacaktı: 


Kendisi.


28 Haziran 2009

Düşü(n)



Önemli değil.


Sırtımın üzerinde dans eden coplar da, ereksiyon halindeki bir penisin vajinayı ararkenki kararlılğında ilerleyen, acı, tatsız biber gazının kokusu da.


Hiçbiri umrumda değil.


Sorun, arapça haykırılan büyük, anlamsız kelimelerin ahenki ya da televizyondaki 'acaba nasıl görünüyorum'u temsilen söylenen saçma sapan sözler de değil.


Boyacılar. Beyin boyamak çok keyifli olmalı.


Sorun toplumun değiştirildiğini sisli bir kış gecesi seksiliğinde görüp elini kolunu bağlamak. Hiçbir şey yapamamak. Susmak.


Sorun, 'büyük abilerin' binlerce insanı toplayarak, tükürükleriyle onurlandırdığı Sputnik mikrofon.


Sorun ''sersala we pîroz be'' ya da ''mutlu yıllar'' değil, sorun salaklık. Anayasa ve insanların salaklığıyla kıçını silen bir hükümetin karşısında aptal, köşeye sıkışmış fare gibi susup; milyonların bok çukuruna gidişini izliyorum.


Sırtıma bir darbe daha geldi. Sersala we pîroz be, sözlük anlamını hatırlamıyorum.


Sanırım bir şeyler kırıldı.



11 Kasım 2012 Pazar

Fark et-tim.


Sonra, fark ettim.


Nedir bu?


Popüler kültürün en büyük eleştirmenlerden biri; nam-ı değer 'ben', kendini popüler kültürün köpeği haline getirmiş. Akıllı(!) telefonların uşağı haline gelmiş, içinde bulunmaktan utanç duyduğu neslin en saçma, en iğrenç, en pislik özelliklerini benimsemeye başlamış.


E nerede marjinallik? Farklı düşünce yapısı, zekayı doğru yönlendirme falan, hı?


Fark ettim.


Kişilik bozukluğu yaşayan insanların en büyük kaçış yolunun üzerinde ışıklar yanan aptal bir kutunun sağladığı gözle görülemeyen 'bağlantı' olduğunu, insanların karakterlerini yalanlarla oluşturduğunu, -ne diyorlar, reel mi? hah- reel ve sanal kişiliklerin birbirlerinden tamamiyle bağımsız olduğunu, 'O'nu bulmanın iki katı zorlaştığını;


fark ettim.


İnsanın kendisi için çizdiği çizgiden zikzaklar çizerek çıktığını anlamak için bazı olaylar yaşaması gerekiyormuş. Yaşadım, döndüm. Olmam gereken, hayatın bana biçtiği değil; kendimin kendime biçtiğim rolü üstlenen Ozan'ı buldum. Epey zaman geçmiş aradan, oturduk; konuştuk.


Çay bile koydum.


En demlisinden.

Yeni Zengin Olmayan Metin Belgesi


Keşke bir daktilom olsaydı.

Eski, paslanmış, zar zor çalışan; yaşlı bir daktilo. 'Yeni Zengin Metin Belgesi'nden çok daha fazla motive ederdi beni. Hem, neden 'zengin' bu metin belgesi?


Zengin olan teknolojinin sunduğu aptal, yalın kolaylık mı; yoksa karanlık odamda durmasını müthiş derecede istediğim o eski, paslanmış daktilo mu?


'Yeni Zengin Daktilo'.


İstiyorum ben bunu.


Denemeler, denemeler... Yazılar, metinler, biyografiler, otobiyografiler, eleştiri yazıları, makaleler...


Neden varlar? Neden kelimelerimizin büyüsüne isimler takmak zorundayız? Başlıklar yeterli değil mi? Benim bir başlığım var. Boşluk. Boşluk bu 'Zengin Daktilo Yazısı Olmak İsteyen Yazı'ya çok yakışıyor bence. İlle de kelimeleri kullanmaya gerek yok.


Sahi, neden var bunlar? Neden makaleler var? Neden 'X kişinin kelime büyüsü' değil de, 'makale' ?


Edebiyat dersinin müfredatının dolması için materyale mi ihtiyacı var yoksa?


Ne acı. Ufak kafaların, hayatlarının en verimli dönemlerinde kafalarına almaları için verilen aptalca bir bilgi daha. Gereksiz bir bilgi.


Nedir benim bu yaptığım? Ne yapıyorum ben? Kelimelerimi, cümlelerimi hangi 'tür' altında yazıyorum?


Benimkinin ismi yok.


İsimsiz.


Hayali olan bir yazı benimki. Daktilo yazısı olmak isteyen kelimeler ve cümleler. Daha iyisi olabilir mi? Yazdıklarımın bir 'hayali' var.


Eskilerin, orta çağ ezgilerinin, siyah-beyazın, unutulmuş kültürlerin bana kazandırdığı marjinal yapıyı başka insanlarla paylaştığımı ilk öğrendiğim zaman aşık oldum sanmıştım.


Aslında aşk bambaşka bir şeymiş. Cidden başka. Hayranlık, farkındalık ve 'kriterler'den çok daha başka bir şeymiş aşk.


Güzel miymiş peki?


Evet.


Hayır.