24 Kasım 2013 Pazar

Düşün(me)mek

Düşünmek için rahatsız olmak gerekiyor.

Düşünmek; varolan rahatsızlığı katlayan, çoğu zaman sonuçsuz kalan seksi bir eylemdir. Bu açıdan bakıldığında insanoğlunun düşünmemesi için büyük çaba sarf eden insanları takdir etmek gerekiyor. Ben çoğu zaman küfür ediyorum tabii. 

Düşünmek basittir. Düşünmemek zordur. Yine de iki milyara yakın olan insan topluluğu, zor olanı seçiyor.

Şarkılar var ya şarkılar. Notalar falan. Doğallığı siken bir sürü terimden biri bu, 'nota'. Binlerce yıl önce kütük ağacının üzerine oturup elleriyle ritim tutan Dua Duga notanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Bilmediği için 'ilkeldi'. Bilmediği için 'düşünmedi'. 

Bilmediği için, güzeldi.

Güzellik kavramlarının kişiden kişiye göre değişmesi durumu yok, biliyor musunuz? Sadece ego var. Ego ve gösteriş. Birbirlerini çok severler zaten. Alkolün tadından nefret edip, sadece alkol içtiğini söylemek için içen sürüyle insan tanıyorum. 

Çok basit aslında. Gözlem ve analiz.

Sadece biraz 'düşünmek' gerekiyor.

Ya da, düşünmemek mi?

Doğmak, ölmenin yarısıdır diyor ya hani Günday. Hisetsenize biraz, yüzünüze her toprak atılışında baskısını arttıran 'kefen' denilen komik bez parçasını. Düşünün biraz, karanlığı. Aslında çoğu zaman yanınızda olan ama 'düşünmemek' için götünüzü yırttığınız o sikik, beyaz çarşafı. 

Ölmek için doğdunuz. Doğuşunuz, ölümünüzü belgeledi. Uyuyun tabii, yemek de yiyin. Sıçın hatta. Osurun.

Ama düşünmeyin. 

Ulan; zaten öleceği bir dünyada, hayatı boyunca demir parmaklıklar arasında yaşayan(?) tipler var buralarda. Düşünsene. Acı mı çekiyorsun?

Acı mı?

Suç işlemek? Neye göre suç işlemek? Adam öldürmek neden bir 'suç', mesela?

Amcan annenin üzerine atlayıp sert bir şekilde tecavüz ettiği zaman, O'nu öldürmek Avrupa İnsan Hakları'na göre bir suç.

Avrupa İnsan Hakları?

Başka bir insan(lar), başka bir insan(lar) için kurallar koyuyor. Düşündün mü bunu hiç? Zaten toprağın altına girmekle zorunlu bırakıldığın bir hayatı kurallarla süslüyorlar. Olsun be, düzen şart nasıl olsa.

Sikeyim.

Ben gidiyorum.

İçmeye, tabii.

Tadı mı?

Hahahaha!

18 Kasım 2013 Pazartesi

Kör

Bir bardak daha.

Bir bardakla içime aldığım kederli tınıyı kulaklarım duymuyor. Duyma işlemini gerçekleştiren kulaklarım değil  bu sefer.

Bana çok daha yakın bir organ. Beynim gibi.

Aşk kör diyorlar. Kör. Aşk var, evet. Hayatın en pislik rutubetinde bile, böcekler kadar saf; böcekler kadar alelane, böcekler kadar cesur.

Aşk, her kudretli duygunun az buçuk barındırdığı gibi çok 'pis'. Sen de pissin.

Ben...

Ben de pisim.

Ben yazıyorum. Yazmakla uğraşıyorum. Herkesin işi var ya hani. Bu dünya 'yapılacak şeyleri olanlar' için, hala fark etmedin mi?

Ne yapıyorsun?

Ne yapacaksın?

Ne zaman büyüyeceksin?

Büyüdüğünde ne olacaksın?

Bir şeyler olmalısın! Üzerinde yaşadığın kasvetli, sikik, kahverengi ve siyahın şiddetli cinselliğiyle ortaya yayılan pislik koku; sana bir şeyler yapmanı emrediyor. Bir şeyler yaparak varolursun. Düşünmek, sorgulamak, karşı çıkmak; yasak!

Yasakları çok güzel kabul ettirdiler beynindeki gümrüğe. Beynindeki damarların hepsi tıkanırsa huzura kavuşabilirsin.

Ah! Unuttum!

Huzurunu engellemeyi kendisine 'yapacak iş' olarak gören beyaz üniformalılar da var.

İyisi mi sen bar sineği ol. Sinek ol.

Tellerin olsun, sürekli kıpırdaşan, sürekli anlamlandıran...

Kör zaten.

Aşk dediğin şey, kör.

En az kalbimin kör olduğu kadar kör.

27 Eylül 2013 Cuma

Girdap

Hayatlar; aynı hayatlar.

Suratlar mesela, suratlar aynı. Çelişkiler aynı. Tükenmişlikler aynı. Tatiller aynı. Hikayeler aynı. Sayılar aynı. Harfler aynı.

Ölümler,

ölümler farklı.

Yaşadığın girdabı düşün. Şekilsiz midenden yayılan uyarı beynine çoktan ulaşmış olmalıydı. Sıkılmadın mı? 

Yeni yüzyılın asil bir kahramanı olabilirsin. 

Hatırlıyor musun o günü? 'Ben farklıyım' dediğin günü hatırlıyor musun?

Egonu ilk hissedişini, gözlerini ilk kez 'küçümseme' gibisinden bir eylem için kullandığını, hatırlıyor musun? Zorla biraz, hatırlayacaksın. 

Boklu geleceğini tenkit etmek için geçmişini hatırlamak zorundasın. Yazıyı okumaya devam ediyorsun, girdabın hızından henüz etkilenmeyen gözlerin şarkımın üzerinde geziniyorlar. Bu sevgiliden ayrıldıktan sonra dinlenecek bir şarkı değil. Mutlu son yok. Hele değersiz kişiliklere verilen bir özgüven şırıngası hiç yok.

Girdap var.

En karanlığından. En yaldızlısından. En çaresizinden.

Aynısın. Farklıların içinde aynısın. O kadar aynısın ki, farklılığın seni aynı yapıyor. 

Sahte bir hayatta debeleniyorsun, düzensiz kulaçlar atıyorsun. Başkalarının planlarında bir piyon olmak için uğraşıyorsun. Şükrediyorsun. Eğer aklın az biraz çalışıyorsa sorgulamıyorsun bile, çünkü sorgulamak sana hiçbir şey kazandırmadı.

Ben yeterince sorguladım senin için. Hepiniz için.

Herkes 'aynı'yı yaşıyor. 

Herkes 'aynı'yı yaşayıp, farklı ölüyor.

İki seçeneğin var. Ya da iki 'atış', böylesi daha seksi.

ÖL-üm, pek tabii.

Ve,

beyaz yeleli atlar. Uzaklara götüren cinsten atlar. Çok uzaklara. 

Girdabın da ötesine...



26 Temmuz 2013 Cuma

Kendimi kayb...

Hayır.

İstemiyorum. Hele ki istemeyi hiç istemiyorum. Çok korkuyorum.

Karanlık hayatları gizlemek için delicesine yanmaya çalışan pembeye boyanmış ampüller, merhaba. Ağlıyorsunuz pembe camların ardında, görebiliyorum karanlığa karışmış buhunuzu.

Üzülüyorum.

Amaçlamıyorum.

Kasvetli odaya tüm yorgunluğunu çekinmeden salan fahişenin 19. müşterisi olmak istiyor, tüm karanlığı bana kusmasını diliyorum. 

Tüm pisliğini, tüm umutsuzluklarını, tüm tükenmişliklerini...

Kaçıyorum.

Boş bir pisuvar. Vücudumdaki demir gibi ağırlaşmış alkolü özensizce salıyorum dışarıya.

Hissizlik. Acıtıyor. Düşündürüyor. Bekliyorum ölümü. Kucaklıyorum fikrini. 

Anlamsızca savuruyorum elimi saçlarıma. Kısıyorum alnımdan akan terle savaşlar veren gözlerimi. Düşünüyorum. 

On iki sene önce. Ya da bir eksik. Kendimi buluyorum, bununla ilgili bir sorunum yok. Benim sorunum, bulduğum noktayı koruyamamak.

Pisuvar, hala boş. Sarıyla boyanmış sadece. Noktalar görüyorum, sert noktalar. Hangisi benim? Hangisi benimle?

Kendimi kaybetmiyorum ben. Kendimi buluyorum.

Sorun,

bulduğum noktayı koruyamamak.

24 Haziran 2013 Pazartesi

Haklı Adalet

Yüzündeki hoşnut gülümsemeden nefret ediyorum.

Ufak, parçalanmış dilinden nefret ediyorum.

Pipo ahşabı kokan sakalından, tütün bulaşmış bacaklarından nefret ediyorum.

Kokuşmuş ellerinin üzerindeki kahverengi beneklerden de nefret ediyorum.

Senden, nefret-

ediyorum.

Yüzündeki pek sevgili hoşnut gülümsemenin yaratıcıları, torunların, seneler sonra kibir denizinin derinliklerinde boğulacaklar; gerizekalı.

Farkındalıktan ve 'sözde' iyilikten yoksun.

Kustuğum nefretin pis kokusunun kıllı burun deliklerinle buluşmasını diliyorum.

Saygı. Güzel kavram.

Hoş kelime. Bir sürü ünsüz harf falan.

Saygının sadece griye boyanmış topraklarda uzun zaman geçirilerek kazanılacağına inanmak çok 'pembe'.

Pembeyi ve tozlarını sevmediğimi biliyorsunuz. Bilmelisiniz.

Gülümsüyorum; varoluşumla bana sunulan, karanlığın en büyük hizmetkarlarından olan 'sahteciliğin' yardımıyla.

Hissetmek seni yaralamıyor, 'karamsarlığın pençesiyle savaşını kolaya kaçarak aşmaya çalışan' bunak, hayır hayır hayır.

Seni yaralamıyor.

Yaralayamaz.

Sefil hayatın 'sahteciliğe' alışalı çok oldu çünkü. Ruhun pörtüleşeli, kirleneli, bok rengini alalı çok oldu.

Saygıyı hak etmek var bir de. EVET EVET, tam olarak bundan bahsediyorum. Hak etmekten.

Bir şeyleri 'hakla' elde etmekten.

Geri dönüşüm çok mu komik oldu? Hala adaletten bahsedebiliyor oluşum çok gülünç.

Hele ki 'gerçek' adaleti uygulamaya döken insanların gölgelerin içinde yok oluşlarına uzun zamandır tanık etmeme rağmen...

''El öpenlerin çok olsun evladım.''

Elime sıkıştırılan 'yeşili'n buruşukluğunu hissedebiliyorum.

Elinin pisliğini hissedebiliyorum.

'Dedenin torununa harçlık vermesi.'

Hehehe...

17 Şubat 2013 Pazar

Grinin Kederli Tonu(!)

Yağmur yavaş yavaş akıyordu. Grinin yoğunluğunu hissettiği ufak odasının kirli camından izliyordu Tanrı'nın palet izlerini. Of çekerek çıkardığı hastalıklı bulutun griye karışmasını tanıdık bakışlarla izledi.

Küfür etti.

Gözleri utanç yüklü anlamlarla sağ tarafındaki ufak palmiyeye döndü. Bitkiler duyabilirler miydi? Küfür yasak. 

Şeytan'ın esiri olmamalıydı.

Oysa, bu düşünce uzun zamandır çok seksi gelmeye başlamıştı. Özellikle, grinin; Tanrı'nın favori rengi olduğunu anladığı günden beri.

Etrafına bakındı. Arkadaşlarının çoğu ölmüştü. Duvarlardaki karanlık yarıklar, çok fazla hatıra saklıyorlardı. Gözleri ilişti, griye beyaz katan; yağmurla ıslanmış leylakların ardından, salınarak gelen siyaha.

Renklerden nefret ediyordu.

''Bu aramızda kalsın, ufak palmiye. Aramızda kalsın.''

Hiddetini kırbaçlamak zorlaşıyordu. Hiddet, kırbaç darbelerine karşı bağışıklık kazanmıştı.

''Siktir git! Siktir git! Siktir git!''

Sağ ayağını palmiyeye salladı ve 'çat!'. Oyun bitti. Ahşap kapının ardındaki ayak seslerinin yankısını ta beyninde hissediyordu. Sarıldı, annesinin yıllar önce verdiği ufak; haç şeklindeki kolyesine. 

Sarıldı,

annesine.

***

Yağmur durmuştu. Toprağın nemle karışık kederli kokusu paçalardan içeri süzülüyordu. İnsanlar koşuyorlardı. Gri, her yerdeydi. Bağırmak geliyordu içinden. Beyninin içinde bir embriyo gibi büyüyen ayak sesleri, kendisinin alt kattaki 'cezalandırma yeri'ne atılmasına yol açmıştı.

Palmiyelere ettiği nefreti ileride kanlandıracağından emindi.

'St. Edward Çocuk Esirgeme Kurumu' bugün çok 'griydi'.

Çığlıklar, ah, çığlıklar...

Eğer bir insan olsaydı, nevrotik kadınlardan hoşlanırdı. Binlerce euroluk şampanyasını kristal kadehe koyan hizmetçiye 'hıh'layarak tatmin ederdi zenginciliğini. Kolundaki nevrotik kadınla, binerlerdi milyon dolarlık Bugatti'lerine.

Demir kapı açıldı.

'Çat!'

Bir kuru ekmek, biraz da su. 

Gülümsedi.

Dişlerine sarı rengi veren iğrenç plakaları diliyle yokladı. Ellerine baktı. Kirli yanaklarından akan 'annesini', kırık kadehle birlikte içti.

Merak etme anne, çabuk sindirileceksin.

Soğuk, ve belki biraz kasvet. Belki biraz 'şeytan'. Belki biraz 'Tanrı'.

Daha çok zamanı olduğunu düşündü. Yer altındaydı. Yerin altında. Sıcakla soğuğun savaşında. Gözyaşlarının annelere, kırık kadehlerin kristallere, kuru ekmeklerin sushilere dönüştüğü yerde.

Kaldırdı kafasını. Kalbinin karanlık orkestrası tınılarını yükseltmişti. Açtı ellerini, sıktı yumruklarını. 

Eridi, eridi, eridi...

Demir kapının ardındaki, anlamsız kahkahaları anlamlandırmaya çalışan gerizkalı, sadece dinledi. Kıstı gözlerini elindeki telsizi masasına koyarken.

Anlayamadı, grinin kölesinin gürültülü kahkahasını.

Anlayamadı, hayatın 'gri' olduğunu.

29 Ocak 2013 Salı

Kırmızı coşku

Tam olarak uçtuğun yere bak. Her şeyin yüzüne kondurduğun ufak gülümsemeyle başladığını anımsa. Gülümsemekten nefret et. Bak, görme yetilerin hala düzgün çalışıyor, bak! BAK! Uçtuğun yere bak.

Hep istedin. Uçmak. Öyle ya da böyle.

Uçuyorsun.

Gülümsemek. Pek tabii, gülümsememek. Değiştirmiyor artık acınası kaderini. Kader, nam-ı değer 'yazgı'. Yazıyorlar... Uğruna kıçını yırttığın sefil hayatı keyifle yazan parmakların biri nasırlı, onu gördüm. Bir kusur, nasır.

Rüzgar neden bu kadar sinirli, benim çok çok değerli Karanlığım? Çok çok sinirli. Yüzünde oluşan morlukları hissedebiliyorum, ah, beni affet.

Beni affet.

Duruluyor gibisin. Görünmez kanatların kanıyor. Gözlerin kanıyor. Bu potansiyelden nefret ediyorum. Tüm vücudun kırmızı oluyor sanki. Kanıyorsun. HEY, KANIYORSUN!

Bak, aşağıya bak! Herkes orada. Sistem orada, insancıklar orada. Askercilik oynuyor bir kısmı, bir kısmı memurculuk, bir kısmı öğretmencilik.

Görüyorum,

Görüyorsun, aslında herkesin kanadığını.

Nefret ediyorsun. Kusuryorsun. Gözlerin, kırmızı.


Ah...

Acıyor. Yer çekimine bırakıyorsun kusmuğunu, kanını, kırmızı gözyaşlarını. Alsın, götürsün.

Sen uçarsın.

Bu senin cezan.

Uçmak, senin cezan.

Uçmak, görmek, anlamak.

Deli gibi kanayan gözlerin en yukarıdan tanıklık etmeli kötülüğün en büyük ürününe.

Her şey bir gülümsemeyle başladı.

Tek, kırmızı bir gülümseme.




17 Ocak 2013 Perşembe

Köpeköldüren

Evet, iyi değilim.

Sen de değilsin.

''Beş lira.''

'Siktir git'i temsilen atılan bakışlara alışmaya başlamıştım. Bir zamanlar, hayatımı hala Murphy'nin kanunlarına göre yaşadığım dönemlerde, öfkemi kontrol edemezdim. Tipik erkek egosu.

Eheh.

Yırtık cebimden düşmemesi için iyice açtığım 'Beş Türk Lirası'nı aceleyle çıkarıp uzattım. Artık buğulanmış şişenin içindeki Dimitrakopulo ile aramda engel kalmamıştı. Hayattaki yegane amacı cepten cebe dolaşmak olan 'güçlü' beş liramı düşündüm. Onu özlüyorum.

Çok anlamsız. Bitmek bilmeyen anlamsız gurur parçaları.

Çöküyorum.

Duvar çok soğuk, yırtık montumun arasından giren acımasız hava dalgaları canımı sıkıyor.

Gurur.

Tükürüğün içinden kurtulmaya çalışmayı bırakan karıncanın antenleri gibi, soğuk bir kararlılık... Soğuk kararlılık.

Çok korkunç.

Korkuyorum,

çöküyorum.

Anne, neredesin? Tek istediğim Beatles'ın aptal müziğinin her sabah kendini hatırlatarak hayatımı yönlendirememesiydi.

Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.

Büyük bir yudum alıyorum buğulu Dimitrakopulo'mdan. Çok tatlı. Bu güzelliğe 'köpeköldüren' demeleri ne büyük kabalık.

Vicdani ikilemlerim beni bırakmıyor. Karanlık isin içerisinde gözlerimi kısmam işe yaramıyor. Gelecekler, hep geldiler.

Tadı çok güzel, çok güzel. Bir piyano ezgisi duyar gibiyim. Bir yudum daha. Kesinlikle Sebastian bu.

Bağırıyorum kendimi anlatmak için. En büyük dileğim karşıdaki kaldırımdan geçen şişko orospu çocuğunun beni anlaması.

Ağlıyor bir şarapçı.

Sol çaprazımda bir gece kulübü var. Lanet olsun, çok soğuk. Ağzı süt kokanların haplandığı aptal bir dört duvar.

Ölüyor bir melek daha. Damarlarım şahidim oluyor.

Bir yudum daha. Ah, Dimitrakopulo; beni hiç bırakma.

Kapatıyorum gözlerimi. Cennet. Çavdar tarlası. Görüyorum kızıla boyanmaya yüz tutmuş güneşin feryadını. Mutluluk benimle. Ah, mutluluk benimle.

Aniden, içime müthiş bir korku saplanıyor.

Açıyorum gözlerimi.

Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.

Tek istediğim, alarmımın beni yönetmemesiydi.

Beni affet.


2 Ocak 2013 Çarşamba

Zavallı Edward

Aylardan Ocak. Dinliyoruz tüm sokağı hapseden polis arabasının kızgın sirenini. Zonkluyor beynim. Zonkluyor, evet. Karanlığa ufak palet darbeleri gibi etki eden kızgın sirenin mavisi ve kırmızısı fişek gibi geçiyor yanımdan.

Günler geçiyor. Aylar. Yıllar. 

Kayıyor ellerimizden gerçeklik. Yaşıyoruz tam olarak yaşamamız gerekeni. Yapamıyoruz! Bulutları yastık yapıp sevişemiyoruz, paylaşamıyoruz orgazmımızı atmosferin en tepesindeki seyircilerle... 

Yaşıyoruz.

Tam olarak yaşamamız gerekeni.

Umut var bir de, boynu bükük; en ufak kıvılcımdan alevlenen, yinelenen, acınası 'umut'. Umutları var insanların. Amaçları var. 

Sirenlerin güven verici(!) sesleri ve karanlık sokağa kattıkları ufak palet izleri kayboldu.

Edward geldi aklıma. Amaçlar, umutlar ve Edward.

Zavallı Edward.

Lanetli Edward.

İngiltere'nin en yağmurlu, karanlığın yoksullukla seviştiği, sıçanların kuyruklarının en pembe olduğu günlerde doğmuş, Edward Mordrake...

İkiziyle birlikte.

Kafasının arkasındaki, şeytani ikiziyle. Ürpertici, yaşlı bir kadını andıran 'şeytani ikiz', çok kararlıymış.

Çok kararlı.




Hiç komik değil. 

Komik değilsin, 'şeytani ikiz.'

Ah, Elanora, ah... Pek tabii Napoli'deki yıkık apartman dairesindeki sakat çocuğuna üzülüyorsun. Farklı olduğunu düşünüyor ve senelerdir bunu inkar eden beynine söz geçiremiyorsun. Luca, kahrolası bir özürlü. Bunu kabul edip, Edward'ı hissetmeni dilerdim. Uzun tırnakların en yeni müşterinin üzerinde çok fazla dans etti. Bu işi bu kadar uzun tutmamalısın. Hem, Luca büyüyor. Anlayacaktır.

Hem, Edward Mordrake diye biri geldi bu çöplüğe. Çöplerin en bahtsızı belki de.

Bahtsız olarak gördüğün oğlun, insanoğlunun aptal övüncü 'teknolojiyle' sikik kusurlarını kapatabilir.

Peki ya Edward?

Ah, zavallı Edward...

Yirmi üç yaşındaydı, kendisini cehenneme davet eden ikizine daha fazla dayanamadı.

Öldürüldü.

Kendi elleriyle,

kendi iradesiyle,

'öldürüldü'.