Tam olarak uçtuğun yere bak. Her şeyin yüzüne kondurduğun ufak gülümsemeyle başladığını anımsa. Gülümsemekten nefret et. Bak, görme yetilerin hala düzgün çalışıyor, bak! BAK! Uçtuğun yere bak.
Hep istedin. Uçmak. Öyle ya da böyle.
Uçuyorsun.
Gülümsemek. Pek tabii, gülümsememek. Değiştirmiyor artık acınası kaderini. Kader, nam-ı değer 'yazgı'. Yazıyorlar... Uğruna kıçını yırttığın sefil hayatı keyifle yazan parmakların biri nasırlı, onu gördüm. Bir kusur, nasır.
Rüzgar neden bu kadar sinirli, benim çok çok değerli Karanlığım? Çok çok sinirli. Yüzünde oluşan morlukları hissedebiliyorum, ah, beni affet.
Beni affet.
Duruluyor gibisin. Görünmez kanatların kanıyor. Gözlerin kanıyor. Bu potansiyelden nefret ediyorum. Tüm vücudun kırmızı oluyor sanki. Kanıyorsun. HEY, KANIYORSUN!
Bak, aşağıya bak! Herkes orada. Sistem orada, insancıklar orada. Askercilik oynuyor bir kısmı, bir kısmı memurculuk, bir kısmı öğretmencilik.
Görüyorum,
Görüyorsun, aslında herkesin kanadığını.
Nefret ediyorsun. Kusuryorsun. Gözlerin, kırmızı.
Ah...
Acıyor. Yer çekimine bırakıyorsun kusmuğunu, kanını, kırmızı gözyaşlarını. Alsın, götürsün.
Sen uçarsın.
Bu senin cezan.
Uçmak, senin cezan.
Uçmak, görmek, anlamak.
Deli gibi kanayan gözlerin en yukarıdan tanıklık etmeli kötülüğün en büyük ürününe.
Her şey bir gülümsemeyle başladı.
Tek, kırmızı bir gülümseme.
29 Ocak 2013 Salı
17 Ocak 2013 Perşembe
Köpeköldüren
Evet, iyi değilim.
Sen de değilsin.
''Beş lira.''
'Siktir git'i temsilen atılan bakışlara alışmaya başlamıştım. Bir zamanlar, hayatımı hala Murphy'nin kanunlarına göre yaşadığım dönemlerde, öfkemi kontrol edemezdim. Tipik erkek egosu.
Eheh.
Yırtık cebimden düşmemesi için iyice açtığım 'Beş Türk Lirası'nı aceleyle çıkarıp uzattım. Artık buğulanmış şişenin içindeki Dimitrakopulo ile aramda engel kalmamıştı. Hayattaki yegane amacı cepten cebe dolaşmak olan 'güçlü' beş liramı düşündüm. Onu özlüyorum.
Çok anlamsız. Bitmek bilmeyen anlamsız gurur parçaları.
Çöküyorum.
Duvar çok soğuk, yırtık montumun arasından giren acımasız hava dalgaları canımı sıkıyor.
Gurur.
Tükürüğün içinden kurtulmaya çalışmayı bırakan karıncanın antenleri gibi, soğuk bir kararlılık... Soğuk kararlılık.
Çok korkunç.
Korkuyorum,
çöküyorum.
Anne, neredesin? Tek istediğim Beatles'ın aptal müziğinin her sabah kendini hatırlatarak hayatımı yönlendirememesiydi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Büyük bir yudum alıyorum buğulu Dimitrakopulo'mdan. Çok tatlı. Bu güzelliğe 'köpeköldüren' demeleri ne büyük kabalık.
Vicdani ikilemlerim beni bırakmıyor. Karanlık isin içerisinde gözlerimi kısmam işe yaramıyor. Gelecekler, hep geldiler.
Tadı çok güzel, çok güzel. Bir piyano ezgisi duyar gibiyim. Bir yudum daha. Kesinlikle Sebastian bu.
Bağırıyorum kendimi anlatmak için. En büyük dileğim karşıdaki kaldırımdan geçen şişko orospu çocuğunun beni anlaması.
Ağlıyor bir şarapçı.
Sol çaprazımda bir gece kulübü var. Lanet olsun, çok soğuk. Ağzı süt kokanların haplandığı aptal bir dört duvar.
Ölüyor bir melek daha. Damarlarım şahidim oluyor.
Bir yudum daha. Ah, Dimitrakopulo; beni hiç bırakma.
Kapatıyorum gözlerimi. Cennet. Çavdar tarlası. Görüyorum kızıla boyanmaya yüz tutmuş güneşin feryadını. Mutluluk benimle. Ah, mutluluk benimle.
Aniden, içime müthiş bir korku saplanıyor.
Açıyorum gözlerimi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Tek istediğim, alarmımın beni yönetmemesiydi.
Beni affet.
Sen de değilsin.
''Beş lira.''
'Siktir git'i temsilen atılan bakışlara alışmaya başlamıştım. Bir zamanlar, hayatımı hala Murphy'nin kanunlarına göre yaşadığım dönemlerde, öfkemi kontrol edemezdim. Tipik erkek egosu.
Eheh.
Yırtık cebimden düşmemesi için iyice açtığım 'Beş Türk Lirası'nı aceleyle çıkarıp uzattım. Artık buğulanmış şişenin içindeki Dimitrakopulo ile aramda engel kalmamıştı. Hayattaki yegane amacı cepten cebe dolaşmak olan 'güçlü' beş liramı düşündüm. Onu özlüyorum.
Çok anlamsız. Bitmek bilmeyen anlamsız gurur parçaları.
Çöküyorum.
Duvar çok soğuk, yırtık montumun arasından giren acımasız hava dalgaları canımı sıkıyor.
Gurur.
Tükürüğün içinden kurtulmaya çalışmayı bırakan karıncanın antenleri gibi, soğuk bir kararlılık... Soğuk kararlılık.
Çok korkunç.
Korkuyorum,
çöküyorum.
Anne, neredesin? Tek istediğim Beatles'ın aptal müziğinin her sabah kendini hatırlatarak hayatımı yönlendirememesiydi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Büyük bir yudum alıyorum buğulu Dimitrakopulo'mdan. Çok tatlı. Bu güzelliğe 'köpeköldüren' demeleri ne büyük kabalık.
Vicdani ikilemlerim beni bırakmıyor. Karanlık isin içerisinde gözlerimi kısmam işe yaramıyor. Gelecekler, hep geldiler.
Tadı çok güzel, çok güzel. Bir piyano ezgisi duyar gibiyim. Bir yudum daha. Kesinlikle Sebastian bu.
Bağırıyorum kendimi anlatmak için. En büyük dileğim karşıdaki kaldırımdan geçen şişko orospu çocuğunun beni anlaması.
Ağlıyor bir şarapçı.
Sol çaprazımda bir gece kulübü var. Lanet olsun, çok soğuk. Ağzı süt kokanların haplandığı aptal bir dört duvar.
Ölüyor bir melek daha. Damarlarım şahidim oluyor.
Bir yudum daha. Ah, Dimitrakopulo; beni hiç bırakma.
Kapatıyorum gözlerimi. Cennet. Çavdar tarlası. Görüyorum kızıla boyanmaya yüz tutmuş güneşin feryadını. Mutluluk benimle. Ah, mutluluk benimle.
Aniden, içime müthiş bir korku saplanıyor.
Açıyorum gözlerimi.
Tek istediğim, istediklerini yapmamaktı anne.
Tek istediğim, alarmımın beni yönetmemesiydi.
Beni affet.
2 Ocak 2013 Çarşamba
Zavallı Edward
Aylardan Ocak. Dinliyoruz tüm sokağı hapseden polis arabasının kızgın sirenini. Zonkluyor beynim. Zonkluyor, evet. Karanlığa ufak palet darbeleri gibi etki eden kızgın sirenin mavisi ve kırmızısı fişek gibi geçiyor yanımdan.
Günler geçiyor. Aylar. Yıllar.
Kayıyor ellerimizden gerçeklik. Yaşıyoruz tam olarak yaşamamız gerekeni. Yapamıyoruz! Bulutları yastık yapıp sevişemiyoruz, paylaşamıyoruz orgazmımızı atmosferin en tepesindeki seyircilerle...
Yaşıyoruz.
Tam olarak yaşamamız gerekeni.
Umut var bir de, boynu bükük; en ufak kıvılcımdan alevlenen, yinelenen, acınası 'umut'. Umutları var insanların. Amaçları var.
Sirenlerin güven verici(!) sesleri ve karanlık sokağa kattıkları ufak palet izleri kayboldu.
Edward geldi aklıma. Amaçlar, umutlar ve Edward.
Zavallı Edward.
Lanetli Edward.
İngiltere'nin en yağmurlu, karanlığın yoksullukla seviştiği, sıçanların kuyruklarının en pembe olduğu günlerde doğmuş, Edward Mordrake...
İkiziyle birlikte.
Kafasının arkasındaki, şeytani ikiziyle. Ürpertici, yaşlı bir kadını andıran 'şeytani ikiz', çok kararlıymış.
Çok kararlı.
Günler geçiyor. Aylar. Yıllar.
Kayıyor ellerimizden gerçeklik. Yaşıyoruz tam olarak yaşamamız gerekeni. Yapamıyoruz! Bulutları yastık yapıp sevişemiyoruz, paylaşamıyoruz orgazmımızı atmosferin en tepesindeki seyircilerle...
Yaşıyoruz.
Tam olarak yaşamamız gerekeni.
Umut var bir de, boynu bükük; en ufak kıvılcımdan alevlenen, yinelenen, acınası 'umut'. Umutları var insanların. Amaçları var.
Sirenlerin güven verici(!) sesleri ve karanlık sokağa kattıkları ufak palet izleri kayboldu.
Edward geldi aklıma. Amaçlar, umutlar ve Edward.
Zavallı Edward.
Lanetli Edward.
İngiltere'nin en yağmurlu, karanlığın yoksullukla seviştiği, sıçanların kuyruklarının en pembe olduğu günlerde doğmuş, Edward Mordrake...
İkiziyle birlikte.
Kafasının arkasındaki, şeytani ikiziyle. Ürpertici, yaşlı bir kadını andıran 'şeytani ikiz', çok kararlıymış.
Çok kararlı.
Hiç komik değil.
Komik değilsin, 'şeytani ikiz.'
Ah, Elanora, ah... Pek tabii Napoli'deki yıkık apartman dairesindeki sakat çocuğuna üzülüyorsun. Farklı olduğunu düşünüyor ve senelerdir bunu inkar eden beynine söz geçiremiyorsun. Luca, kahrolası bir özürlü. Bunu kabul edip, Edward'ı hissetmeni dilerdim. Uzun tırnakların en yeni müşterinin üzerinde çok fazla dans etti. Bu işi bu kadar uzun tutmamalısın. Hem, Luca büyüyor. Anlayacaktır.
Hem, Edward Mordrake diye biri geldi bu çöplüğe. Çöplerin en bahtsızı belki de.
Bahtsız olarak gördüğün oğlun, insanoğlunun aptal övüncü 'teknolojiyle' sikik kusurlarını kapatabilir.
Peki ya Edward?
Ah, zavallı Edward...
Yirmi üç yaşındaydı, kendisini cehenneme davet eden ikizine daha fazla dayanamadı.
Öldürüldü.
Kendi elleriyle,
kendi iradesiyle,
'öldürüldü'.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
